26 Eylül 2016 Pazartesi


Evlilik Çatışması


Sprey (1979), çatışma kuramını evlilik birliğine uyarlayan kişi, her çiftin bir sistem oluşturduğunu, eşlerin kendilerine ait amaçlarının bulunması nedeniyle evlilik sisteminde çatışmanın kaçınılmaz olduğunu vurgulamıştır. Eşler arasındaki çatışma, eşlerin sorun çözme konusunda yaşadığı zorluklar, birbirlerinin farklılıklarını kabul etmedeki güçlüktür. Evlilik çatışması, yetersiz bir şekilde yönetilmiş ya da yönetilen çatışmadır.

Partnerler açısından tatmin edici olmayan çözümlere ulaşıldığında çatışma meydana gelir. Yani çatışma, çiftlerin birbirine bağlılıklarından kaynaklanan problemleri çözecek stratejilerin başarısızlığından kaynaklanır. Çatışma, “yakın ilişkinin fonksiyonunu görebileceğimiz bir pencere” dir (Dhir ve Markman, 1984).

Bazı kuramcılar ve araştırmacılar - Kline, Pleasant, Whitton ve Markman, 2006; White ve Klein, 2002; Farrington ve Chertok, 1993- çatışmanın çiftler için normal bir olay olduğuna inanmaktadır. Çatışma, genelde bütün ilişkilerde meydana gelen kaçınılmaz bir olgu olarak kabul edilmektedir (Troupe, 2008).  Tezer (1986) çatışmayı, bir tarafın kendi isteklerini diğerinin engellediğini veya engellemek üzere olduğunu algılamasıyla başlayan bir süreç olarak aktarmıştır.  Hatipoğlu (1993) çalışmasında evlilik çatışmasını, eşlerden biri diğerinin ilgilerine müdahale etmeye kalktığında ortaya çıkan kişiler arası bir süreç olarak tanımlamıştır.  Tümer (1998) ise çalışmasında iki farklı evlilik çatışması kavramına yer vermiştir. Birinci tanımda, evlilik çatışması, eşlerden birinin diğerinin eylemlerine müdahale etmesiyle ortaya çıkan kişiler arası bir süreç olarak aktarılmıştır. İkinci tanımda ise, birbirine zıt ya da bağdaşmayan gereksinim, hedef ve beklentilerden kaynaklanan uyuşmazlık ya da anlaşmazlıklar olarak verilmiştir.

Bradbury, Fincham ve Beach’e (2002) göre çatışma, bir kişinin davranışlarının diğer kişinin davranışlarını engelleyici olduğunda gözlenen bir süreçtir. Özellikle sıkıntılı olaylar ve geçiş dönemleri örneğin doğum, iş kaybı vb durumlar bireylerin çatışma olasılığını arttırmaktadır. Fincham (2003), evlilikte çatışmanın ortaya çıkışını eşler arasındaki iletişim açısından ele almıştır, çatışmanın ortaya çıkışına zemin hazırlayan bazı duygu ve düşünceler vardır. Bireyin, partnerinin davranışını çatışmaya ortam hazırlayacak şekilde anlamlandırması buna örnek verilebilir.
Uğurlu’nun (2003) çalışmasında ise evlilik çatışmasının, genellikle bir eşin diğerine keyifsiz bir şekilde davranması ile başlayacağı, bu durumda eşlerin ya tartışmaya girebileceği ya da tartışmadan kaçınabileceği aktarılmıştır.  Özen’in (2006) çalışmasında, çatışmanın, çiftler için mevcut çözümler tatmin edici olmadığında oluşabileceği aktarılmaktadır.

Çatışma teorisinin nispeten uzun bir geçmişi vardır. Aile sosyolojisi çerçevesinde, Collins (1971), LaRossa (1977) ve Sprey (1979) davranışın açıklanmasında çatışma teorisini kullanmışlardır. Eshleman (1981), bu teorik perspektiften elde edilen en temel varsayımın çatışmanın tüm insani etkileşimlerde doğal ve kaçınılmaz olduğu gerçeğine dikkat çekmiştir. Çatışmayı kötü veya sosyal sistemlerin ve insani ilişkilerin bozucusu olarak görmektense, “çatışma aile sistemleri ve evlilik etkileşimleri dahil olmak üzere tüm sistemlerin ve etkileşimlerin varsayılan ve beklenen bir parçası olarak görülür” . Bu nedenle, eğer karı-koca veya ebeveyn-çocuk hedefleri sık sık çatışma halindeyse, mesele kaçınma değil de bunlarla nasıl baş edileceği, nasıl çözüleceğidir. Böyle yaparken, “çatışma, bozucu veya negatif olmasındansa ilişkileri, güçlendirip çatışmanın öncesindeki hallerinden daha anlamlı ve ödüllendirici bir hale getirebilir”. Sprey (1979)’e göre, aile ve evlilik süreci, “düzenin ve kişiler arasındaki uyumun sadece uzlaşmayla sürdürülebileceği bir durum olan daimi bir ‘verme ve alma’ halini yansıtır” (Rank ve LeCroy, 1983).

Evlilik çatışması, sıklık, şiddet, içerik ve çatışmanın çözümü açısından farklılık gösterir. Bazı eşler günde bir iki kez çatışma yaşar iken bazı eşler yılda bir iki kez çatışma yaşamaktadır. Çatışmada sözel ifade yerine fiziksel şiddet kullanan çiftler vardır. Eşler arasında çatışmaya yol açan konular örneğin kadının çalışma durumundan çocuk sahibi olmaya kadar değişiklik gösterebilmektedir. Kimi çatışmalar çözümlenebilmekte kimi çatışmalar ise çözümsüz kalmaktadır.  Evlilikler gönüllü veya zorunlu bir ilişki haline gelebilir, zorunlu evlilik ilişkilerinde eşler birbirleriyle geçiniyormuş gibi görünseler bile, gerçekten istedikleri için değil birlikte olmak zorunda oldukları için beraberliklerini devam ettirirler. Çiftler evliliklerini zorunlu olarak algıladıklarında eşler arasında çatışmalar çıkmaya başlar (Haley,1988).

Richter, eşlerin bilinçdışında oluşturdukları beş tür yansıtmanın çatışmalara yol açtığını ifade etmiştir;

1-Başkasının yerine koyma: Eşin diğer eşi, ruhsal çatışma yaşadığı bir başkasının yerine koymasıdır. Böyle bir yansıtma durumunda eşlerden biri, genellikle geçmişte çözümlenmeden kalmış ruhsal sorunlarını, çocukluk dönemindeki çatışmalarını, şimdi o role uygun gördüğü eşi üzerinden yeniden yaşayarak yeni çatışmalara yol açmaktadır. Geçmişte annesiyle olan çatışmalarını şimdi karısıyla yaşayan bir koca ya da babasıyla olan çatışmalı duygusal ilişkilerini kocasıyla sürdüren bir kadın buna örnek verilebilir.

2-Ayna rolü: Eşlerin, ailenin bir ya da birkaç üyesinin aynen kendilerinin bir aynası olmasını istemeleri durumu olarak tanımlanabilir. Burada, ailedeki egemen birey ya da bireyler, diğerlerini buna zorlamakta, aykırılıklara izin vermemektedir.

3-İdeal ben rolü: Kişinin, kendisini olmak isteyip de olamadığı birinin yerinde görme isteğidir. Kendisi için idealleşmiş fakat bir türlü gerçekleştirilememiş bir duruma, ailenin bir başka üyesinin ulaşması üzerinden doyuma ulaşmasıdır. Kendi istediği yüksek eğitimi yapmamış veya istediği mesleği seçememiş bir ebeveynin, kendi idealleri için çocuğuna baskı yapması örneği gibi.

4-Negatif ben rolü: Birey, beğenmediği ve kabullenmediği bir yanını, kendi üstünden alması için eşine ihtiyaç duymakta ve bunu iki türlü hayata geçirmeye çalışmaktadır:
a- Günah keçisi rolü: Evli birey, kendisinde var olan fakat kabullenmediği bütün kötü özelliklerini eşinin üzerine atarak onun suçlanmasını talep etmektedir.
b- Zayıf yönün üstlenilmesi rolü: Evli birey, kendisinde var olan zayıf yönlerini eşinin üzerinden gösterip kendini güçlü hissedebileceği bir durumda olma isteğindedir.

5-Yoldaş rolü: Evli birey, kendi düşünce, etkinlik veya savaşımlarında eşiyle aynı paralelde olmayı yani eşin yoldaşlığını istemekte ve onu zorlamaktadır. Kendisine eşlik edebilecek bir eş seçip ona bu rolü yüklemektedir (Richter, 2000).
Evlilikte çatışma konusuna odaklaşan araştırmalarda üç temel görüşten bahsedilmektedir. Bu temel görüşlerden ilki, birbirine birçok yönden bağımlı olan ve birbirlerini çeşitli şekillerde etkileyen; birbirinden farklı ihtiyaçları, ilgileri ve amaçları olan ya da amaçları aynı bile olsa bu amaçlara farklı stratejilerden ulaşmaya çalışan bireyler arasında ve sınırlı kaynaklardan dolayı çatışma yaşanılması kaçınılmazdır. İkinci temel görüş, çatışmanın başlangıçtan “kötü” veya “iyi” olarak ele alınamayacağıdır; çatışma yıkıcı olabileceği gibi yapıcı etki de gösterebilir. Çatışma; olumsuz duygular, kaçınma, katı olma ve saldırganlığa neden olabileceği gibi değişme, bireylerin birbirlerine yakınlaşması, uyum sağlaması ve bütünlüğe de neden olabilir. Son temel görüş, çatışmanın bir bilişsel işlem olduğudur. Bu bilişsel işlem; içinde tutumlar, değerlendirme, tolerans, ilişkideki çatışmanın kabul edilmesi, eşler arası fikirlerin, görüşlerin veya amaçların farklı olması, bu farklılığın anlaşılması, yaşanan çatışmayı çözme, çatışma ile başa çıkma veya çatışma yönetimi ve bunlar sonucunda ilişkide duygusal yakınlığın azalıp çoğalma durumları gibi birçok olguyu içerir (Ridley ve ark., 2001, Akt. Uğurlu, 2003).

Eşler arasında yaşanan çatışmalara yol açan birçok konudan söz edilebilir. Blood ve Wolfe, şehirde yaşayan 1 ile 40 yıllık evli 731 kadın eşten topladığı bilgilere dayanarak, eşler arasındaki belli başlı çatışma alanlarının en çoktan en aza doğru;
1) Para,
2) Çocuklar,
3) Boş zaman etkinlikleri,
4) Kişilik,
5) Kayınpeder, kayınvalide,
6) Roller,
7) Dinsel-politik görüş,
8) Seks olarak saptandığını belirtmektedir (Akt. Tezer, 1986: 18).

Blood ve Wolfe, evlilik süresi arttıkça çatışma konularının değiştiğini, yaşlı eşlerin daha az çatışma belirtmelerinin büyük ölçüde aralarındaki iletişimin azalmasına bağlı olabileceğini ifade etmektedir.
Greene, 750 eşten elde ettiği verilere dayanarak, eşler arasında en çok çatışmaya neden olan konuların kadın ve erkek eşlerde aynı sırada olmak üzere, en çoktan en aza doğru şöyle sıralandığını belirtmektedir:
1) İletişim yokluğu,
2) Sürekli tartışma,
3) Giderilmemiş duygusal gereksinimler,
4) Cinsel doyumsuzluk,
5) Parasal anlaşmazlıklar,
6) Kayınvalide-kayınpeder,
7) Sadakatsizlik,
8) Çocuklara ilişkin çatışmalar,
9) Otoriter eş,
10) Şüpheci eş,
11) Alkolizm,
12) Fiziksel saldırı (Akt. Tezer, 1986: 19).

Scanzoni ve Scanzoni, 1981; Straus ve diğerleri, 1980 araştırmasında belirgin olarak görünen çatışma konuları para ve çocuklardır. Genellikle bunlar listenin en üstündedir, para özellikle en yaygın çatışma alanıdır. Bununla birlikte, ev işleri idaresinin para ya da çocuk meselelerine nazaran daha belirgin bir anlaşmazlık konusu olduğu tespit edilmiştir. Pek çok çift açısından anlaşmazlık yaratan dördüncü konu ise cinsel ilişkidir (Kammeyer, 1987).
Evlilik çatışmalarının varlığı olumsuz evlilikleri düşündürmesinin yanı sıra, hiç çatışmanın olmaması da her zaman iyi bir evlilik vardır anlamına gelmez. Boylamsal yapılan çalışmalar çatışmadan uzak duran çiftlerin, evliliklerinde çatışma yaşayan çiftlere nazaran daha az mutlu olduklarını ortaya çıkarmıştır (Mackey ve O’Brien, 1998).

  Araştırmalar, evlilikle ilgili mutsuzluk ve dağılmaya yol açan pek çok değişkene önemli ölçüde dikkat çekmiştir. Kayda değer miktarda pek çok araştırma örneğin Mathews, Wickrama ve Conger, 1996; Gottman 1994 evlilikle ilgili mutsuzluğun en güçlü belirtilerinden birinin düşmanca çatışma olduğunu göstermektedir. Aslında, bazı araştırmalar Mathews ve diğerleri, 1996; Gottman, 1994; Gottman ve Levenson, 1992 düşmanca çatışmanın varlığının evlilikle ilgili dağılmayı % 80 doğrulukla önceden haber verebileceğini ortaya çıkarmıştır. Gottman (1994) düşmanca çatışmayı, negatif bir çiftin etkileşim modeli olarak tanımlamıştır ki bu etkileşim ateşli ve sık tartışmaları ve hakaretleri, olumsuz anlamda isim takmaları, dinleme isteksizliğini, duygusal ilgideki eksikliği ve olumlu davranışlara nazaran daha fazla olumsuz davranışları kapsamaktadır (Topham, Larson ve Holman, 2005).

Çatışma esnasında oluşan davranış sırası, yıpranmamış evliliklere nazaran yıpranmış evliliklerde daha kolay tahmin edilebilirdir ve genelde artan olumsuz davranışlar zinciri hakimdir ve çiftlerin durması zordur. Olumsuz davranışlar sergileme çıkmazına giren çiftler için en büyük mücadelelerden birisi böylesi dalgalanmalardan kurtulmanın adapte edici yolunu bulmaktır. Bunlar, iletişimi düzeltmeyi tasarlamış olan karşı tepkilerdir mesela, “Beni dinlemiyorsun”; fakat olumsuz etkiyle örneğin öfke iletilir. Partnerler, olumsuz etkiye karşı yanıt verme eğiliminde olup, bunun sonucunda da döngüyü devam ettirirler. Bu, onların etkileşimlerini yapılandırılmış ve tahmin edilebilir yapmaktadır. Bunun aksine yıpranmamış-sorunsuz çiftler onarma girişimlerine daha eğilimlidir ve buna bağlı olarak olumsuz davranış sergilemelerini daha erken terk ederler. Örnek olarak, eşlerden biri “Bir dakika, bana bitirmem için izin vermiyorsun” veya “Özür dilerim, …. lütfen sözünü bitir” şeklinde yanıt verebilir. Bu yüzden, onların etkileşimleri daha gelişigüzel ve daha az tahmin edilebilir gibi görünür (Fincham, 2003).
Evlilikle ilgili yıpranmış çiftlerce sergilenen ikinci önemli davranış örneği ise isteme-geri çekilmedir ki (demand-withdraw) burada bir eş diğerini birtakım talepler, şikayetler ve eleştirilerle baskı altına alır buna karşın diğer eş tepkiyle ve pasif hareketsizlikle geri çekilir. Özellikle, erkek eşin çekildiği ve kadın eşin düşmanca şekilde karşılık verdiği davranış sırası, memnun çiftlere nazaran sorunlu evliliğe sahip olan çiftlerde daha yaygındır. Son araştırmalar geri çekilen eşlerin hangi partnerin değişiklik istediğine göre (örnek olarak, bir erkek değişiklik istediği zaman, geri çekilmek isteyen kadındır) farklılaştığını göstermiştir (Fincham, 2003).
Cartensen ve Gottman (1994), çatışmaya kadınların ve erkeklerin psikolojik tepkilerinde biyolojik olarak cinsiyet temelli farklılıklar olduğunu iddia etmektedirler ki bu da kadın tarafından çatışma konusu ortaya çıkarıldığında erkeğin geriye çekilmesinin daha olası olduğu bulgusunu açıklayabilmektedir (Faulkner, Davey ve Davey, 2005).

Evlilik çatışması eşlerin ruh sağlığı, fiziksel sağlığı ayrıca aile sağlığı açısından önemlidir.

Ruh Sağlığı: Coyne, Downey, O’Leary ve Smith’in 1991 yılındaki çalışmalarında evlilik çatışmasının bireysel iyi-oluş üzerinde derin etkileri olduğu tartışılmıştır. Evlilik çatışmasının yeme bozuklukları ile bağlantısı Van den Broucke ve diğerleri 1997 çalışmasında, depresyon ile bağlantısı ise Beach ve diğerleri 1998 çalışmasında belgelenmiştir. Benzer biçimde evlilik çatışmasının, O’Farrell ve diğerleri 1991 çalışmasında erkek alkolizmi, Murpy ve O’Farrell 1994 çalışmasında içki içme alışkanlığı, episodik yani nöbet şeklinde oluşan içme alışkanlığı, aşırı alkol alma ve ev dışı içme, O’Leary ve diğerleri 1994 çalışmasında eşlerin fiziksel ve psikolojik kötü muamelesi ile ilişkili olduğu kaydedilmiştir.
Beach ve O'Leary 1993 yılı çalışmasında, depresif eşlerin sorun çözme ile ilgili tartışmalarda daha olumsuz sözel ve sözel olmayan davranışlar sergilediklerini ve depresif olmayan eşe göre evlilikleri ile ilgili daha olumsuz algılara sahip olduklarını ifade etmiştir. 

Fiziksel Sağlık: Evli bireyler evli olmayan bireylere göre ortalama olarak daha sağlıklıdır. Evlilik çatışması, sağlık durumu iyi olmama ve belirli hastalıklar ile örneğin kanser, kardiyak rahatsızlıklar ve kronik ağrılar ilişkilendirilmiştir ; çünkü çatışma sırasındaki düşmanca davranışlar immünolojik, endokrin ve kardiyo-vasküler işlevlerdeki değişikliklerle alakalıdır. Kadınlar doyum aldıkları bir evlilik yaşıyorlarsa zihinsel ve fiziksel sağlık faydaları elde ederler, oysaki erkekler kalitesine bakmaksızın evlilikten yararlanır..

Aile Sağlığı: Evlilik çatışması, çocukların bakım ve yetiştirme görevlerinde sorunlar, aileye problematik bağlanma, aile ile çocuk ya da kardeşler arasındaki çatışmayı arttırma ile ilişkilendirilmiştir. Sık, çözülememiş ve çocukla ilgili evlilik çatışmaları, çocuklar üzerinde negatif bir etkiye sahiptir .
Çatışmanın sonucu olumlu ya da olumsuz olabilir. Eğer evlilik sürüyorsa ve çatışma şiddetli olarak devam ediyorsa, eşler kendilerini değersiz hissedebilirler ve evliliğin bitmesine karşı istekli olabilirler. Çatışma yaşayan ve çatışmasını çözebilen bireyler, evliliklerinde diğerlerine göre daha uyumludur.

Beckman (1979), çatışmanın çözümlenmesi için üç temel gereksinimin karşılanması gerektiğine dikkat çekmiştir:
1. Açık iletişim,
2. Çatışmanın derecesi ve doğasıyla ilgili doğru algılama,
3. Çatışmayı çözecek yapıcı çabalar, ki bunlar da her partnerin diğerinin bakış açısını ve alternatif çözümleri düşünmeye istekli olmasını ve gerekliyse uzlaşmaya istekli olmasını minimum düzeyde kapsamaktadır.
Yakın ilişkilerde çatışma karşısında gösterilen yaklaşımlar, evlilik ilişkisinin daha yoğun ve etkili olmasını sağladığı ya da evliliğin bütünlüğünü tehlikeye soktuğu için araştırmacılar uzun zamandır evlilik ilişkilerinde çiftlerin çatışma hakkındaki düşünceleri ve çatışma karşısındaki davranışlarıyla ilgilenmektedir.
Evlilikte çatışmanın nasıl ele alındığı evliliği sürdürme açısından önemlidir. Şayet çatışma yapıcı bir şekilde ele alınırsa, evlilik doyumu ve ilişkinin istikrarı artacak; ancak çatışma olumsuz bir şekilde ele alınırsa, çift nispeten istenilen düzeyde olmayan, yetersiz bir ilişkiye katlanmak zorunda olacaktır.

Uzm. Psikolog Reyhan Nuray Duman


Okul Öncesi Dönemde Gelişim Görevleri

0-6 Ay
  • Bu dönemde refleksler hakimdir.
  • Yüksek sese tepkide bulunur.
  • Omuz ve baş kontrolü görülmeye başlar.
  • 4. Aylar içinde desteklendiğinde kısa bir süre oturabilir. Başını dik tutabilir. Kollarına dayanarak doğrulabilir.
  • İsteklerini ağlayarak anlatır.
  • Sevilmekten hoşlanır.
  • Memnuniyetini gülümseyerek gösterir.
  • Yakaladığı bir hareketi durmadan tekrarlar.
  • Çıngırağı hızla salladığında ses çıkardığını fark eder.
  • Nesneleri avuç içi ile yakalar.
  • Görme ve işitmenin İşbirliği görülür. Sesin geldiği yöne bakar.
  • Nesneleri özellikle ağzına götürerek tanımaya çalışır
  • Heceleri tekrarladığı görülür (“ba-ba, da-da” vb.).
  • Emekleme hareketi görülür.

7-12 Ay
  • Beden kontrolü konusunda pek çok kazanım gerçekleşmiştir.
  • Destekle oturabilir.
  • Çevresini büyük bir merak ve ilgi ile izler.
  • Her şeye dokunmak ister.
  • Tanıdığı insanları yabancılardan ayırt eder.
  • Kahkaha ile gülebilir. Sevgi gösterir.
  • Tanıdıklarına olumlu tepkiler verirken, tanımadıklarına ağlama tepkisi verir.
  • Özellikle annenin mutlu ve mutsuz ifadelere uygun tepkiler verir.
  • Renkli, hareketli nesnelere ilgi duyar, onları tutmaya, yakalamaya çalışır.
  • Objeleri bir elinden diğerine geçirebilir.
  • Nesneleri fırlatmaktan hoşlanır.
  • Topu karışındaki kişiye atma denemeleri yapar.
  • Tek kelimelik cümleler kurar.
  • Kaşık kullanabilir.
  • Bardağını iki eliyle tutup ağzına götürmeyi başarır.
  • Yürümeye başlar.
  • 1 yaş çocuğu artık yabancılardan da eskisi kadar kuşkulanmaz. Oynamak isteyen her yetişkine kolayca yaklaşır.
  • Çevresinde işittiği seslere son derece duyarlı olan bir yaş çocuğu, zaman zaman bunları taklit etmeye çalışır, bu arada henüz anlamı olmayan bir çok ses de çıkarır. Çıkardığı bazı seslerin ise dilsel olarak olmasa da, çocuk ve onun yakın çevresindekilerin anlayabileceği bir anlamı vardır.
  • Çıkarabildiğinden daha çok kelimeyi anlar .


13-24 Ay (2 Yaş)
  • İki kelimelik cümleler kurar.
  • Konuşabildiğinden daha fazlasını anlar.
  • Yürüme ile ilgili koşma, sıçrama, geri geri yürüme, merdiven çıkma gibi diğer hareket becerilerini geliştirmeye ve buna bağlı olan itme, çekme, denge de durma, eşya taşıma gibi becerilerde de ustalık kazanmaya başlar.
  • Artık hareket edebildiği için daha önce merakla gözlediği eşyalara erişmeyi, onları ellemeyi de başarır.
  • Gördüğü eşyaları ellemek onlarla oynamak ister. Kendisine bu fırsat verilmediği ve ya yapmak istediği bir faaliyet engellendiği zaman hayal kırıklığına uğrar, bunu ağlama, tepinme davranışları ile gösterir.
  • Son derece meraklıdır, dış dünyada gördüğü her şeye ilgi duyar.
  • Çocuk kendi kendine yemeğini yemeğe, kendi kendine yürümeye heveslidir.
  • İlgi çekmekten hoşlanır, çok hareketlidir.
  • Dikkat süreleri 2-5 dakika gibi çok kısadır. Ancak bir şey onlara çok ilginç gelirse daha uzun bir süre etkinliğe katılabilirler.
  • Henüz kendi kendine belirli bir süre oynama konusunda da başarılı değildir.
  • Oyuncak seçimi oyuncakla oynama konusunda herhangi bir karalılığa ulaşamamıştır.
  • Tuvalet kontrolünü kazanır.
  • Hareket ve görme alanı içindeki diğer çocuklara ilgi duyarsa da henüz onları sürekli oyun oynayabileceği arkadaşlar olarak görmez. Daha çok anne baba ile birlikte olmaktan ve oynamaktan hoşlanır.
  • Uyku ihtiyacı giderek azalır, ancak hala gündüz bir kez en az bir iki saat, geceleri ise yaklaşık on iki saat uykuya ihtiyacı vardır.
  • Sandalye de rahatlıkla oturabilir.
  • Elinden tutulduğunda, merdivenleri inip-çıkabilir. Tek ayaküstüne atlayabilir. Atlamada iki ayağını birden kullanamaz.
  • Koşabilir; ancak ani dönüşlerde dengesini kaybeder.
  • Kitap sayfalarını üçer-beşer çevirebilir; tek tek de çevirmeyi de becerebildiğini zaman zaman, ortaya koyar.
  • Bu dönemde çocuklar sık sık “hayır” kelimesini kullanır ve hatta çok hoşlandığı bir şeyi isteyip istemediği sorulduğunda dahi hayır diyebilirler.
  • İki yaşın ortalarında olumsuz tepkiler daha sık görülür. Gelişmenin adeta doğal bir seyri olan bu durum bir anlamda çocuğun dış dünyaya karşı çaresizliğinin dile getirilmesi olarak yorumlanabilir.

25-36 Ay (3 Yaş)
  • Hareketli, neşeli ve canlıdır.
  • Yürüme konusunda ustalık kazanmıştır, yürümeye ilişkin tüm hareketleri kolaylıkla başarabilir.
  • Rahatça koşar, ellerini ve kollarını kullanabilir.
  • Dili kullanma yeteneği bir hayli gelişmiştir.
  • Konuşmayı düzgün bir şekilde başararak çevresi ile sözlü iletişim kurabilir.
  • Bildiği kelimeler ifade edebildiklerinden daha fazladır. Bu nedenle hızlı düşünebilir. Ancak bunu sese dönüştürmekte bazı sıkıntılar yaşayabilir. Bu da zaman zaman konuşma kusuru izlenimi verebilir.
  • Kendisi ile konuşulmasından, sorular sormaktan hoşlanır.
  • Yetişkinlere cevap verebilir, onaylarını ister.
  • Kendi başına yemeğini yiyebilir.
  • Bazı şeyleri dökmeden taşıyabilir.
  • Benmerkezcidir.
  • Yaşıtlarıyla kısa süreli oynamaktan hoşlanır.
  • Kendi kendine oynamaktan olduğu kadar, anne babası ile birlikte olmaktan, onlarla oynamaktan, konuşmaktan da zevk alır.
  • Kendi başına giyinip soyunabilir.
  • Hayal oyunları ve hayal arkadaşları üretir.
  • Yetişkin giysilerini denemekten ve davranışlarını taklit etmekten hoşlanır.
  • Basit ve çok uzun olmayan hikâyeler dinlemekten, basit melodisi olan şarkıları tekrarlamaktan hoşlanır.
  • Büyük resimli kitaplara, boya kalemlerine ilgi duymaya başlar.
  • Yetişkinle birlikte kitaplardaki resimlere bakmaktan hoşlanır.
  • Resimlerin hikâyelerini severek dinler. Hoşuna gidenlerin tekrarlanmasından hoşlanır.
  • Henüz çizme konusundaki becerisi çok sınırlı olmakla birlikte renkli kalemlerle kâğıtlara çizmeye de çalışır.
  • Koku ve doku farklılıklarını ayırt edebilir.
  • Küpleri üst üste koymada ustalaşmıştır. 9-10 küple kule yapabilir. Küpleri yatay kullanma görülür.
  • Büyük ölçüde benmerkezcidir. Ancak aile içinde geçerli olan bazı kuralları da fark etmeye başlamıştır.
  • Yavaş, yavaş paylaşmayı, beklemeyi, isteklerinin yerine getirilmesi için sabırlı olmayı öğrenmeye başlar.
  • Kendisine yakın yaşlardaki diğer çocuklarla birlikte olabilmek için kendisinden istenen bazı fedakârlıkları da yapabilmeyi başarır.
  • Dış dünya ve çevresindekilerle son derece ilgili olan çocuk yetişkinlerin giysilerini giymekten onların davranışlarını taklit etmekten, kutular, tekerlekler, toplar, çekiç, düğme resimli kartlar vb. gerçek nesnelerle oynamaktan bunları gruplara ayırmaktan, eşleştirmekten büyük zevk alır.


 37-48 Ay (4 Yaş)
  • Kendi kendine hareket edebilen, soru sorabilen, seçim yapabilen, kendisi hakkında bilgiler verebilen bir bireydir.
  • Büyük ve küçük kas becerileri artmıştır. Rahatça zıplar, koşar, yürür, her fırsatta hareket etme ihtiyacını belirtir.
  • Top yakalamada becerisi artmıştır.
  • Üç yaşın sonlarına doğru hareket becerisi üç tekerlekli bir bisiklete binebilecek ve topu atıp tutabilecek düzeye ulaşmıştır.
  • Ne? Neden? Niçin? Sorularını sıklıkla kullanır. Kendisine yapılan açıklamaları ilgiyle dinler.
  • Yetişkin davranışlarını örnek alır.
  • Övülmekten hoşlanır.
  • Daha uzun süreli oyun oynar.
  • Gerçekle hayal olanı karıştırır.
  • Argo kelimeleri kullanmayı dener.
  • El ve parmaklarını kullanmada bir hayli ustalık kazanmıştır. Kalem, fırça ve makası başarılı bir şekilde tutup kullanabilir. Büyük boydaki kâğıtlara kalın kalem ve fırça ile resim yapmaktan hoşlanır. 
  • İnsan resmini bir baş ve ona bağlı olarak çıkan iki çizgi ile belirterek çizer. Beden bu çizimde yer almaz.
  • Diğer çocuklarla birlikte olmaktan daha önceki yaşlara oranla daha fazla zevk almaya başlar. Oyunları 3 yaşta olduğundan daha uzun sürelidir.
  • Dil aracılığı ile duygu ve düşüncelerini anlatmakta oldukça başarılıdır. Zaman zaman kendini ifade etmekte güçlük çekse de genellikle kendisini iyi ifade edebilir.
  • Yetişkinin isteklerini mantıklı olarak açıklamasını ister kendi davranışını ve başkalarının davranışını belirli standartlara göre eleştirebilir. Hatta bu arada yetişkini de eleştirmekten çekinmez.
  • Hala gerçekle hayali birbirine karıştırma konusunda sorunları vardır.
  • Yaptıkları konusunda çok kere hayal ürünü olan hikâyeler anlatmaktan hoşlanır.
  • Masal dinlemeyi sever dikkat süresi 10-15 dk. arasında değişir.

  • 49-60 Ay (5 Yaş)
  • Çocuğun çevresine ilişkin yeni keşiflerde bulunduğu, çevresini giderek genişlettiği, yetişkin desteğine daha az ihtiyaç duyarak bazı sorumluluklar almaya hazırlandığı bir yaştır.
  • Hızla sosyalleşmektedir (Toplum kurallarını öğrenmek için gayret gösterir).
  • Genellikle canlı ve neşelidir.
  • Davranışları genellikle kendine güvenli ve dostçadır.
  • Bu yaşta gelişme ilk dört yıla kıyasla oldukça yavaşlamıştır.
  • Yetişkinleri memnun etmekten hoşlanır.
  • Yaptığı için görülüp beğenilmesini ister.
  • Koşma, sekme ve atlama da vücut hareketleri tam bir denge içindedir.
  • İnsan resmini, baş, bacaklar ve ayaklar olarak çizer. Bedenin bu çizimde yer alması, altıncı yaşa doğru gerçekleşebilir.
  • Yetişkinin tüm davranışlarını izler ve onların gerçek hayatta yaptıklarını oyunlarında tekrarlamaktan hoşlanır.
  • Sürekli konuşur ve sorular sorar.
  • Herhangi bir becerinin kazanılmasında büyük sebat gösterir.
  • Duygularını kontrol etmeyi büyük ölçüde başarır.
  • Ev içindeki ve dışındaki işlere ilgi duyar.
  • Giyinmek, yemek yemek, saç taramak, yıkanmak konusunda artık iyice ustalaşmıştır.
  • Uygun fırsatlar verilmişse ayakkabısını giyebilir, basit tokalar takabilir, biraz zorlukla da olsa düğmelerini ilikleyebilir.
  • Grup oyunlarından hoşlanır. Grubun dışında kalmak istemez. Arkadaşları ile birlikte olabilmek için bazı fedakârlıklarda bulunması gerektiğini fark eder.
  • Resim ve müzikle ilgilenmekten zevk alır.
  • Hem yaşıtları hem de yetişkinlerle iyi geçinmeye çalışır.
  • İp atlama, bisiklete binme, koşmaca gibi oyunlar oynamaktan zevk alır.
  • Hikâyeler dinlemekten ve anlatmaktan hoşlanır.
  • Eğer ev ortamı ona imkân sağlayabiliyorsa, artık kitaplara da ilgi duymaya başlar.
  • Sayılar giderek daha fazla ilgisini çeker. Bilebildiği sayılarla gördüğü her şeyi sayar.
  • Evde ve okuldaki kuralları daha iyi anlar ve uygular. Zaman zaman tedirginlik ve küskünlük gösterirse de, bu tür davranışlar daha çok çocuk yorgun, uykusuz veya hasta olduğunda ortaya çıkar .


61-72 Ay (6 Yaş)

  • Çocukluk dönemi gelişiminde özelliği olan kritik dönemlerden biridir. Beş yaşında genellikle rahat, uyumlu ve sakin görünen çocuğun bu yaşın ortalarına doğru değişmeye başladığı, daha hareketli ve uyumsuz bir görünüm almaya başladığı dikkati çeker.
  • Süt dişlerini değiştirir.
  • Hareketleri koordinelidir.
  • Bedenini daha iyi koordine eder.
  • Koşmak, kaymak, müzik eşliğinde dans etmek, şarkı söylemekten hoşlanır.
  • Kendi kendine giyinip soyunabildiği gibi, kendi kendine tuvaletini yapmayı, hatta kendini temizlemeyi de başarır.
  • Oldukça meraklıdır. Öğrenme isteği güçlüdür.
  • Yetişkin arkadaşlığından hoşlanır.
  • Arkadaş grubu içinde olmaktan hoşlanır.
  • Görev almaktan memnun olur.
  • Oyun oynadığı gruplar genişlemiştir. Yalnız başına oynamaktan hoşlanır.
  • Oyunda kurallar çocuklar tarafından konulur.
  • Grup oyunlarında cinsiyet ayrımı gözetir.
  • Düşünce açısından realisttir, sık sık doğru mu sorusunu sorar.
  • Çocuk kendisine bildirilen kurallar ve ya konulan yasaklar karşısında da sık sık neden sorusunu sorar. 
  • Kalem ve fırça kullanmakta ustalaşmıştır.
  • Resimlerinde çizdiklerinin neler olduğu daha kolaylıkla anlaşılabilir. Çizgileri daha gerçekçidir. İnsan resmini, baş, gövde, kollar ve bacaklarını belirterek tam çizebilir.
  • Oldukça değişken bir özelliğe sahiptir. Bu nedenle zaman zaman ev ve okuldaki davranışları arasında farklılıklar görülebilir.
  • Geçmiş, şimdi ve gelecek zaman kavramları, kaba bir biçimde şekillenmeye başlamıştır.
  • Zaman zaman duygusal patlamalar gösterebilir.
  • Artık yetişkine daha az bağımlıdır, arkadaşlarının beraberliğini daha çok arar.
  • Sosyal yönden hala ailesine bağımlılığını sürdürmekle birlikte öğretmenin ve arkadaşlarının önemi de artmayı sürdürür.


Uzm. Psikolog Reyhan Nuray Duman





21 Eylül 2016 Çarşamba

ÖLÜM, KAYIP ve YAS


Yitim yaşamanın bedelidir:” Kaldığın sürece ödenmesi gereken olağan üstü kira”. (Annie Dillard) 

Yaşadığımız sürece bir şeyleri kaybetmek zorundayız. Çocukluğumuzu, her geçen yaşımızı, sevdiğimiz kişileri,bazen sevdiğimiz eşyaları... Hayat yolculuğu bize kayıpların olduğu ve bundan kaçamadığımız bir yol sunuyor. Bu kayıpların en acısı şüphe götürmez bir şekilde ölümdür. Ölüm aslında doğduğumuz andan itibaren bildiğimiz tek gerçektir. Ancak bu şüphe getirmez tek gerçek yok saymaya çalıştığımız ve kabullenmekte zorlandığımız bir son olarak karşımıza çıkıyor. Yaşadığımız sürece kaybetmeye mahkumuz. Önemli olan kayıplara verdiğimiz tepkilerdir. Kayıplar bizim gelişmemizi sağlayacak birer kabul ve büyümeye birer aracı olabileceği gibi, hayat boyu bitmeyen bir keder içine de bizi sürükleyebilir. 

Profesör Dr. Volkan: “ölüm kayıpların en somut ve en acı olanıdır. Ölüme karşı verdiğimiz tepkilerimizde farkında olmaksızın, geçmişimizdeki yarım kalmış, dayatılmış ya da aceleye gelmiş ayrılıklarımızın bilinçaltımızdaki kalıntılarını da bir arada yaşarız. Yas tutma, sadece ölüme karşı verilen bir yanıt değildir. Yas tutma herhangi bir yitim ya da değişikliğe verdiğimiz psikolojik yanıt ve iç dünyamız ile gerçeklik arasında uyum sağlayabilmemiz için yaptığımız uzlaşmalardır. Yitim, aile yadigârı bir küpe olabileceği gibi; bir eş, bir sevgili, bir dost, bir umut, bir ülkü, bir vatan hatta eski bir kendiliğimiz bile olabilir,” diyor.

Yas hayattaki bütün kayıplarımız karşısında yaşadığımız bir süreci anlatırken duygusal olarak en fazla yatırım yapılan kişilerin ölümü ile ortaya çıkan yas en zor olan süreçlerin başında gelmektedir.
Yas süreci parmak izlerimiz kadar kişiseldir. Geçmişteki yitim öykülerimiz ve ilişkilerin özellikler tarafından belirlenir. Aynı aile içinde bile herkesin kederi son derece kişiseldir. Yas tutmanın gidişi yitime hazırlığa, yitirilen kişinin özelliklerine, yas tutanın psikolojik gücüne ve keder duyma kapasitesine bağlıdır.

Yas işini yapabilme yetisi, gelişimsel öykümüze bağlıdır. Doğduğumuz günden itibaren bir şeyleri bırakarak büyürüz. Bebek sütünü bardaktan içmek için annenin memesini bırakmayı kabullenir. Yürümeye başladığında kucakta taşınmanın güvenliğini kaybeder. Eğer bu geçişler güvenli bir ortamda olursa, çocuk iyi gelişir ve yas tutmak içi psikolojik bir modele sahip bir yetişkin olma olasılığı artar. Sağlıklı ayrılıklar birbirinin üzerine inşa edilir. Sağlıklı ayrılıklar olmamışsa, yas tutma süreci çok yavaş ilerler. Güncel kayıpla barış yapabilmek için, geçmişteki yası tamamlanmamış kayıplarımızla karşılaşmaya zorlanırız.

Eğer kişinin erken dönem etkileşimleri genelde sürekli, güven verici ve sevgi doluysa, değişiklik karşısında başvurulacak depolar var demektir. Yaşam boyunca, vazgeçebilme yeteneğimiz, bir sonraki adımı atmaya hazır olmamız, çevrenin güvenli oluşu, çevremizdekilerin desteği ve geçmişteki bırakma sicilimizle doğrudan bağlantılıdır.

 Hayatı büyük bir bina inşası gibi düşünürsek, binanın temelinin atıldığı çocukluk yılları sağlam bir şekilde geçtiğinde üst katlarda oluşan bir hasar  zamanla daha kolay telafi edilebilmektedir. Ancak temelde herhangi bir çürük var ise en ufak bir hasarda binanın yıkılması muhtemeldir. Yas sürecini de sağlıklı bir şekilde yaşayabilme ihtimali çocuklukta ayrılma bireyselleşme evrelerinin sağlıklı bir şekilde geçirilmesi, güvenli bağlanmanın sağlanması ile doğrudan ilişkilidir.

Yas tutmanın iki evresi vardır. Birincisi, yitimin ya da yitim tehdidinin (ölümcül bir hastalık) olduğu anda başlayan kriz dönemindeki kederdir. Bedenlerimiz ve zihinlerimiz direnir. Ölümle yüzleşmekten kaçınmak için yadsımanın, bölmenin, pazarlıkların, sıkıntı ve öfkenin içine girip çıkarız. Acı gerçeği özümledikçe kriz dönemi sona erer. Birçokları yas tutmanın ölümü kabul etmeyle birlikte sona erdiğini varsayar. Aslında yas tutmanın ikinci evresi henüz başlamaktadır. Ancak ölüm gerçekliğini bir kez kabul ettikten sonra, ilişkiyi artık bizi sürekli uğraştırmayacak bir anıya dönüştürmek için ince ve karmaşık uzlaşma işine başlayabiliriz.

Psişik Eş
Psişik eş kavramı hayatımızda önemli olan kişilerin ilişkilerin ve nesnelerin içsel bir temsilini oluşturma ve onlar yanımızda yokken de bu iç temsilimizle hayata devam edebilme kapasitemizi anlatan bir kavramdır.

Bir kişiyi kaybetmemiz ve terkedilmemiz, bizim terkeden kişi ile ilgilenmekten vazgeçmemiz anlamına gelmez. İçimizde bulundurduğumuz psişik eşi ile onun duygusal olarak varlığına yanıt vererek ilişkinin sürmesini sağlarız. Bizim dünyamızda yer alan ya da bir zamanlar yer almış olan tüm insanların ve şeylerin psişik eşlerini taşırız. Bu eşler hiçbir zaman tam bir kopyaya benzemezler. Psişik eşleri tıpkı bir modelin resmini yapan sanatçı gibi, gerçeği görüş şeklimiz, gereksinimlerimiz, düşlemlerimiz, sınırlılıklarımız ve deneyimlerimizin süzgecinden geçirerek yaratırız. Psişik eş, insanın kişiliğini tarafsız bir gözlemcinin değerlendireceği biçimde simgelemek durumunda bile değildir Asıl önemli olan şey şudur: Psişik Eşler ilişkinin bizim yaşadığımız biçimiyle psikolojik gerçeğini simgeler. Psişik eş ilişkimizin kendi yaşadığımız şekli ile bir temsilidir ve tamamen subjektiftir.

Psişik eşler barındırabilme yetisi aşağı yukarı iki yaşında belirlenir. Psikanalistler bu kritik beceriye nesne sürekliliği derler.Bir nesnenin duyularımız dışında olsa bile varolmaya devam ettiğini anlayabilme kapasitesini ifade eder.  Bu çocuğa zihninde bir dizi karakterleri tutabilme şansı verir ve çocuk tek başına kaldığı zaman dilimlerine katlanabilmesini sağlar. Psişik eşleri barındırabilme, tutabilme yetisi sağlamlaştıkça, çocuk giderek daha uzun süre yalnız kalabilmeyi becerir.  Yalnız kalmaya tahammül edemeyen yetişkinlerin muhtemelen bu gelişim evresinde bir şeyler ters gitmiş olduğu tahmin edilmektedir.

Birisiyle sürmekte olan gerçek bir dünya ilişkimiz olduğu sürece, o kişi bizi etkiler ve biz de psişik eşi buna göre yeniden gözden geçirir ve üzerinde değişiklikler yaparız. O kişi dünyamızı terkettiğinde, gerçek dünya yaşantısı azalır ya da yok olur. Fakat psişik eş sıcaklığını korur. Hatta ayrılık nedeniyle bu sıcaklık daha da kızışır. Yaş tutabilme, yitimin ateşini söndürmeyi ve psişik eşi soğutmayı içerir.

Bir kişinin ölümünden sonra ilişkinin bizim için ne anlama geldiğini ve neyi yitirdiğimizi değerlendirebilmek için, bağlantının yavaş çekim bir tekrarını yaparız. İlişkinin üzerine oturduğu yüzlerce öğeyi ayrıştırır ve bunları anılarımızda, düşlerimizde, hayallerimizde tekrar canlandırırız. Birlikte geçirdiğimiz anları tekrar hatırlarız. Bu yas sürecinde sevgi dolu anılar mutluluk duygularını uyandırır aslında yas sürecinin tamamlanmasına yardımcı olur. Ancak yakın ilişkide olduğumuz bir kişinin kaybı ile yaşadığımız eğer varsa düş kırıklıkları, karşılanmamış beklentiler, çözümlenmemiş gerginlikler ve onarılmamış yaralar yeniden engellenme, öfke ya da üzüntü hissetmemize yol açar. Bu durum yas sürecinin uzamasına neden olmaktadır. Yarım kalmışlıklar yas sürecini sekteye uğratmaktadır.

Bir insanı kaybettiğimizde kaybettiğimiz sadece o kişi değildir. Örneğin eşimizi kaybettiysek bu sadece bir eş kaybı değildir bu kayıpla birçok şeyi aynı anda kaybetmişizdir. Toplumda bulunduğumuz birinin eşi olma statümüzü, biri tarafından korunur olma, bir sırdaş bir arkadaş bazen maddi olarak refah ve buna benzer birçok şeyi aynı anda kaybetmişizdir. Kaybettiğimiz herkes ya da her şey, aynı zamanda, görünen dış kullanımın ya da kendisine verilen rolün ötesine uzanan bir anlam taşır. Bunlar yitimi arttıran yan işlevlerdir. Bazen en zor değerlendirilenler göze görülmeyen yan yitimler olabilir. Yan yitim bazen para, mal, prestij, toplumsal konum ve konfor gibi anlaşılması kolay şeyler olabilirken bazen de özgüven, iyimserlik, disiplin gibi anlaşılması daha zor roller ve anlamlardır.

Bağlantı Nesneleri
Bağlantı nesnesi ölen kişi ile aramızda olan ilişkiyi dış dünyada yeniden yaşatmak için kullanılırlar. Bağlantı nesnesi ölenin bıraktığı herhangi bir eşya, mezarından alınan bir taş, sevdiği bir şarkı olabileceği gibi daha farklı nesne ve durumlar da birer bağlantı nesnesi işlevi görebilir. Bağlantı nesneleri “ilişkinin şarkısını çalar”. Ancak aynı zamanda yas tutanların uyum sağlamalarını ve yaşamda ilerlemelerini engeller.

İnsanlar küçük yaşlardan itibaren bazı psikolojik gereksinimlerini nesneler üzerinden karşılayabilmektedir. Bazı nesneler psikolojik isteklerimizi ve içsel çatışmalarımızı temsil etmeleri için nesneler kullanırız. Örneğin çocuklar kendilerini ve çevrelerini tanımaya başladıkça anneden ayrışmaya başlar ve bu süreçte yanlarında  oyuncak ayılar ve yumuşak battaniyeler taşıyabilirler. Bunlar teknik olarak geçiş nesneleri olarak bilinirler ve anne (birincil bakıcı ) yerine ikame eden nesneler olarak anneden alınan sıcaklığı bağlanma duygusunu temsil ederler. Geçiş nesneleri gibi bazı nesneler endişeyi azalttığına inanılır örneğin bazı kişiler nazar boncukları uğur taşları gibi nesneleri taşıyarak kaygılarını kontrol altında tutmaya çalışırlar.  Bazı kişiler için sahip oldukları pahalı mücevherler kendine olan güvenini artırabilir, toplum içinde kendilerinin sahip oldukları nesnelerle statü elde etme gereksinimini karşılayabilirler. Bazıları sahip oldukları rozetler ve üye oldukları dernek ve kulüplerle aidiyet ihtiyaçlarını karşılar ve ait olmaya dair kaygılarını azaltırlar. Fetişler cinsel performans ile ilgili kaygıyı azaltır. İşte bu bahsettiğimiz nesneler gibi bağlantı nesneleri de yitim hakkındaki çatışmaları engeller. Yas sürecinin gerektirdiği aşamaların yaşanmasını erteler.

Nesilden nesile aktarılan aile yadigarlarıyla, bağlantı nesnelerini birbirinden ayırmak önemlidir .Aile yadigarı olarak saklanan bir eşya kişinin yas sürecini engellemez. Sadece bir anı olarak kişide kalan bir nesnedir. Yası olağan bir seyir izleyen kişi, kendisine miras kalan bir yüzüğü sıkıntı duymadan, onu korumak için anlamsız bir zorlantı hissetmeden, gözünün önünden kaldırma ve görme isteği arasında çatışma yaşamadan takabilir. Ancak bir bağlantı nesnesi kişiyi içsel çatışmalara sürükler.
Anı olarak saklanan eşyalarla bağlantı nesneleri arasındaki fark, seçim ile zorlantı arasındaki tanımlanması zor alanda yer alır. Bir bağlantı nesnesi, yas tutan kişi için yitimi ile ilgili çatışmalarını ve yitimin onda aldıklarını yeniden canlandırdığı sürece psikolojik olarak sıcaktır.

Birçok şey bağlantı nesnesi işlevi görebilir. Bunlar sıklıkla işlevsel eşyalardır. Tipik olarak, kaybedilen kişiye ait olan ya da kaybı akla getiren şeyledir. Yas tutan kişi, kaybın oluştuğu ortamı anımsattığı için onları seçebilir. Bunlara son dakika nesnesi denir. Örneğin kişiyi kaybettiği anda ortamda bulunan bir nesne, uzaktan duyulan bir şarkı, bir ambulans yada bir koku bağlantı nesnesi olabilir.  Bazı şarkılar, mimikler ya da belli ifadeler de bağlantı işlevi görür ve bunlara bağlantı fenomeni denir.

Bazı durumlarda yaşayan kişiler bile bağlantı nesnesi olabilir. Örneğin ölen kişinin çocuğu bir anne için bağlantı nesnesi olabilir. Ya da kaybedilen kişinin ardından doğan ve kaybın temsili ve ikamesi olarak seçilen belki kaybedilen kişinin adı verilen bir çocuk da bağlantı nesnesi işlevi görebilir. Bu konu aile içinde hiç konuşulmasa da non-verbal olarak, ilişki çocuk üzerinden yaşanmaya ve devam ettirilmeye çalışılabilir.

Bağlantı nesneleri birer eşya olduğu takdirde genellikle kullanılmadığı için ayrıcalıklıdır. Eşya kullanılacağı yerde genellikle göz önünden kaldırılır. Hayatta kalan kişi zaman zaman onu çıkartır ve kendisini onun büyüsüne bırakır. Onun nerede olduğunu her zaman bilir. Kişi dışarıdan bakıldığında aldırmıyor gibi gözükse de bağlantı nesneleri titizlikle korunur. Çünkü yas tutan kişi onu kederini dışsallaştırmak için kullanır.

Yaşamamızın gidişi tüm yitimlere uyum sağlayabilme ve değişimi büyüme aracı olarak kullanabilme yeteneğimize bağlıdır. Yası tam olarak tutulmamış kayıplar -başka bir deyişle uyum sağlayamadığımız değişiklikler- yaşamamıza gölge düşürür, enerjimizi yutar ve bağlantı kurma yeteneğimizi bozar. Eğer yas tutamıyorsak, eski sorunların düşlerin ve ilişkilerin kölesi olarak kalırız. “Hala geçmişin melodisine göre dans etttiğimiz için bugüne ayak uyduramayız”.

Yaşamın paradokslarından biri işte budur. “Ölüm almak istediğinde bırakamıyorsak, yaşam geretirdiğinde de de genellikle tutunamayız”.

Yası anlamamız için gerekli üç temel nokta şunlardır:
1.Her kayıp bizi kaçılmaz bir keder içine sürükler.
2.Her kayıp geçmiş bütün kayıpları canlandırır.
3.Her kayıp eğer tam anlamı ile yası tutulabilirse, büyüme ve yenilenme için bir araç olabilir.

Yas tutma ne zaman biter?
En gerçek yanıt, bizim için önemli olan hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi bırakmadığımızdır. Bilinçdışı zaman tanımadığı için, bir insana ya da bir şeye duygusal yatırım yaptığımızda, onun psişik eşini zihnimizin derinliklerinde saklarız. “Geçmiş asla ölü değildir… Hatta geçmiş bile değildir.” Duygusal olarak yatırım yapılan bir yitim her zaman canlanabilir ve yeniden can yakabilir. Bu nedenle tam anlamıyla yas tutsak bile, ölüme ilişkin yıl dönümlerinde keder yinelenebilir. Bu yıl dönümleri; ilişkiyi ya da ilişkinin sonunu anımsatan birlikte yaşanmış önemli bir olay, mevsim, günün herhangi bir zamanı, hafta ya da yıl olabilir. Psişik eşlerin yeniden etkinleşmeleri genellikle olağandır ve komplike olmamış kederle bunlar, yıllar geçtikçe silikleşir. Bu tür yinelenmeler nedeniyle kederin tamamen son bulmasından değil sadece pratik olarak sona ermesinden söz ediyoruz. Pratik olarak kederin son bulması demek yaşanan yitimin günlük hayatı aksatmayacak bir duruma gelmesi anlamını taşımaktadır.  Pratik olarak, yitime ait düşünceleri artık her gün hatırlamaz, tekrarlamaz ve bu düşüncelere duygusal olarak yanıt vermez hale geldiğimizde keder sonlanmıştır. Yokluğu nedeniyle içimize bir acı saplanmaksızın birini anımsamak zevk verebilir. Eğer yas sağlıklı bir şekilde tutulduysa güzel geçen günleri hatırlamak kişi için hüzün değil mutluluk yaşar. Komplike olmamış yas sürecinde, genellikle iki yıl boyunca özel yıl dönümleri dahil beklenmedik bir acı yaşanmadan atlatıldığında bu gerçekleşmiştir. Keder çözümlendikçe dünyanın rahatsız edici engellemelerle dolu olduğu düşüncesi azalmaya başlar.
Kederlenmek için zaman ve alana gereksinim duyarız. Bu nedenle, birçok kültür ve dinde psikolojik olarak yas tutma gereksinimlerine hitap eden ve bunu sağlayan cenaze törenleri vardır. Yas tutan kişinin, cenazenin planlamasına katılması, ölen kişinin bedenini görmesi ve ardarda gelen başsağlığı dileklerini kabul etmesi yadsımayı kaybı inkar etmeyi zorlaştırır. Yadsımayı zorlaştırmanın ötesinde, bu törenler kederle ilgili sorunların su yüzüne çıkması ve sağaltılması için yararlıdır.

Ebeveynlerini ergenlik yaşında kaybeden kişilerle yapılan çalışmalar; yas tutan ergenlerin “korunmaması” gerektiğini göstermiştir. Kederini ifade edebilmeleri ve cenaze törenlerine katılmaları yüreklendirilmelidir. Ergenliğini tamamlayan kişiler bir yetişkin gibi yas tutabilirler. Çocukların ise ölüme tepkileri yaşa göre değişir ancak küçük bir çocuğun bile, yasın bir başlangıcının bir de sonunun olduğunu bilmeye gereksinimleri vardır. Çocuğun yetişkinlerin yas tuttuğunu, sonra da yası aşabildiğini görmesi önemlidir.

Prof. Dr. Vamık Volkan; Gidenin Ardından kitabında günümüzde çok yaygın olan ve asla desteklemediği bir konuya değinerek meslektaşlarını uyarıyor ve “gözlemlediğim kadarıyla günümüz psikiyatrisinde hastaya ya da danışana ilaç yazmak adeta moda haline geldi? İlaçlar kalıcı psikoterapinin yerini tutamaz. Ancak ne yazık ki bu moda aldı başını gidiyor ve hiç kimse de sesini çıkarmıyor. Herhangi bir denetim mekanizması da yok. İlaçlara bilinçsizce duyulan bu anlamsız güven, ekonomik baskılar ve sigorta şirketlerinin suistimalleriyle de destekleniyor. Bu yanlış tutumun bedelini zavallı hastalar ödüyorlar. Bana göre bu tamamıyla insanlık dışı bir yaklaşım. Çok net söylüyorum: İlaçlar sadece duyguları körelterek, duyguların açığa çıkmasını engelliyor ve yasın gidişatını bozuyor! Yası olan bireylerde ilaç kullanılması çok hatalı bir tutum,”diyor.

Her kaybın ardından yas sürecinin bütün aşamalarının yaşanması gerektiğini Prof. Dr. Vamık Volkan altını çizerek vurguluyor. Tutulmamış ertelenmiş ve ya üstü örtülmüş bir yas süreci üzerinden uzun yıllar geçse de günlük yaşamımızı beklendiğinden çok fazla etkilemek de yoğun depresyon yaşantısına neden olabilmektedir. Yas süreci kronik bir hal aldı ise ve aradan uzun bir süre geçtiği halde kişinin gündelik yaşam sürecini etkiliyorsa bir uzmandan destek alınması yas sürecinin sağlıklı bir şekilde yaşanmasına yardımcı olacaktır.

Kaynakça:
Kayıptan Sonra Yaşam/  Prof. Dr.Vamık Volkan- Eizabeth Zintl
Gidenin Ardından / Prof. Dr.Vamık Volkan- Eizabeth Zintl

Uzm. Psikolog Reyhan Nuray Duman
Bütüncül Psikoloji


20 Eylül 2016 Salı

SOSYAL FOBİ





Sosyal Fobi, konuşurken, piyano çalarken veya yazı yazarken başkaları tarafından gözlenme korkusu duyan hastaları tanımlamak için ilk kez 1903’de Janet (phobies des situations sociales) tarafından kullanılmıştır . Sosyal fobi, 1966’da Marks ve Gelder tarafından tanımlanmasına karşın ilk kez APA (1980) tarafından yayımlanan Mental bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabının (DSM-III) 3. Baskısında yer almıştır. Klinik betimsel ve davranış tedavisi incelemelerindeki uzun deneyiminden sonra 1969 yılında Marks, fobileri; agorafobi, sosyal fobi, hayvan fobileri ve değişik özgül fobiler olarak dörde ayırmıştır. Marks’a göre bu dört fobi alt tipi birbirinden yalnızca klinik bakımdan değil, başlangıç yaşı, seyri, epidemiyolojik özellikler açısından oldukça farklıdır. Böylece sosyal fobi Marks’ın etkisiyle ayrı bir rahatsızlık olarak ele alınmaya başlanmıştır. Marks’ın özünü başkaları tarafından gülünç görünme korkusunun oluşturduğu, başka insanların varlığında yeme, içme, ses titremesi, yüz kızarması, konuşma, yazı yazma veya kusmadan korkma şeklindeki sosyal fobi tanımına DSMIII, DSM-III-R’de büyük ölçüde yer verilmiştir. Günümüzde ise sosyal fobi DSM-IV ve ICD gibi ana sınıflandırma sistemleri içinde anksiyete bozuklukları arasında ele alınmaktadır.
Sosyal fobi, DSM-III-R‘ ye göre: “Başkaları tarafından değerlendirileceği bir ya da birden çok durumdan sürekli korkma; utanç duyacağı ya da rezil olacağı biçimde davranabileceğinden veya bir şey yapacağından korkma” olarak tanımlanmış, örnekleri arasında da toplum önünde konuşurken, konuşmasını sürdüremeyecek olma, başkalarının yanında yemek yerken, yedikleriyle boğulacakmış gibi olma, genel tuvaletleri kullanamama, başkalarının önünde yazı yazarken elin titremesi, sosyal durumlarda soruları cevaplandıramayacak olma ya da aptalca şeyler söyleyecek olma durumları belirtilmiştir.
DSM-IV’ de ise sosyal fobi “tanımadık insanlarla karşılaştığı ya da başkalarının gözünün üzerinde olabileceği, bir veya birden fazla toplumsal ya da bir eylemi gerçekleştirdiği durumdan belirgin ve sürekli bir korku duymadır. Kişi, küçük duruma düşeceği, utanç duyacağı bir biçimde davranacağından korkar (ya da anksiyete belirtileri gösterir). Kişi, korkusunun aşırı, anlamsız olduğunu bilir. Korkulan toplumsal durum veya bir eylemin gerçekleştirildiği konumdan kaçınılır veya yoğun kaygı, sıkıntı ile bunlara katlanılır. Kaçınma, toplumsal ya da bir eylemin gerçekleştirildiği durumdan sıkıntı duyma, kişinin olağan günlük işlerini, mesleki ya da eğitimle ilgili işlevselliğini, toplumsal etkinliklerini veya ilişkilerini bozar şeklinde tanımlanmaktadır .

Sosyal Fobiklerin Tipik Davranış Biçimleri
Sungur ’a göre sosyal fobiklerin tipik davranış biçimleri şöyle özetlenebilir:
a) Kişinin ilgi ve dikkatinin kendisi üzerine odaklanması,
b) Kişinin kendisi ile ilgili olumsuz değerlendirmeler yapması,
c) Kaçma ve kaçınma davranışları,
d) Normal işlevlerin kesintiye uğraması,
e) Sosyal beceri eksikliği.

Sosyal Fobinin İki Ayrı Alt Tipi
Sosyal fobinin iki ayrı alt tipi bulunmaktadır. Bunlar özgül ve yaygın sosyal fobi olarak adlandırılır. Yaygın sosyal fobi, hemen tüm sosyal ortamlarda ortaya çıkan korku, kaygıdır. Özgül sosyal fobiye göre daha çok eş tanı gösteren, daha çok yeti yitimi yapan, daha çok ailesel özellik gösteren ve daha uzun süren alt tiptir.
Özgül sosyal fobi, bir veya birkaç sosyal ortamlarda sınırlı korkuları tanımlar. Yaygın sosyal fobi, tüm sosyal fobilerin üçte birini oluşturmaktadır ve belirtileri çekingen kişilik bozukluğu belirtileri ile %70-80 oranında örtüşme göstermektedir.

 Sosyal fobide Görülen Korku ve Kaçınma Özelliği
Sosyal fobi, kişinin başkalarınca değerlendirileceği birden çok durumdan sürekli korkma; aşağılanacağı, utanç duyacağı ya da gülünç duruma düşecek biçimde davranacağından korkma olarak tanımlanmıştır
Sosyal fobinin temel psikolojik görünümü kişinin yapıp ettiklerinin yersiz ya da yetersiz olarak değerlendirileceği düşüncesinden kaynaklanan biçimde sosyal ortamlarda utanma ya da aşağılanmaktan aşırı ve sürekli bir şekilde korku duymadır. Sosyal fobik bireylerde iki davranış özelliği görülür. Bu özelliklerden biri korku iken diğeri ise kaçınma özelliğidir.

Korku:
Sevgi, öfke, neşe ya da üzüntü gibi doğal olan duygulardan biri de korkudur. Korku tehlike karşısında ortaya çıkan ve kişinin hayatta kalmasını sağlayan, korumaya yönelik bir tepkidir .
Korku kişinin kendi düşüncelerinin sebep olduğu bir duygudur. Bu düşüncelerin içeriğinde "tehlike" olduğu için korku reaksiyonu verilir. Bu nedenle aynı durumla karşılaşan değişik kişiler, farklı düşünceleri neticesinde farklı reaksiyonlar verebilirler. Ancak çoğu zaman korkuyu yaşayan kişiler bunun kendi düşüncelerinden kaynaklandığını bilmedikleri için, etkili bir çözüm üretme yoluna gitmezler ve çaresizlik yaşayarak, korkularını kriz boyutlarına taşıyabilirler. Yaşanan bu krizler de kaçınma davranışlarını arttırarak hayattan zevk alma potansiyelini azaltırlar. Öte yandan, korku hissini yaratan ortamdaki düşüncelerini sorgulayan ve bu ortamdan kaçmayan kişiler, bu duygularını yenmeleri sonucunda hem önemli beceriler kazanırlar hem de kendilerine olan güven ve yeterlilik hislerinin artması gibi anlamlı gelişmeler gösterirler.
Çocuk büyüdükçe toplum ortağı olur. Büyük insana benzer korku ve kaygılar yaşar. Ülkemizde çocuk ve gençlerin korkularını belirlemeye yönelik yapılan çalışmalarda; en yoğun olarak belirtilen 10 korku arasında; anne- baba ya da aileden birinin ölümü, dini içerikli korkular, kendilerine gelebilecek tehlike ve fiziksel örselenmeler (araba, elektrik çarpması, ateşli silahla vurulma gibi), sosyal durum (derslerde başarısız olma, hata yapmak gibi), hayvan korkuları olduğu, kız ve erkekler arasında bulgular açısından benzer özellikler olduğu saptanmıştır.
Korkuların oluşma mekanizmalarına bakıldığında; Rachman (2004)’a göre korku duygusu üç yolla kazanılır. Bunlar:
1-Doğrudan şartlanma: Örneğin bir çocuğun köpek tarafından saldırıya uğramasından sonra oluşan korkular.
2-Modelleme: Örneğin; çocuğun annesinin ya da ağabeyinin korkularını izlemesiyle oluşan korkular
3-Bilgilendirme: Örneğin; çocuğun diş hekimi, doktor ve hastane ile ilgili öykü ve şakalar dinlemesi gibi.
Engellenme; bazı çocuklar korku ve kaygılarını keşfetmeye, yaklaşmaya, nesnelere dokunmaya ve manuple etmeye karşı isteksizdirler. Tanımadıkları kişilere yaklaşmaktan, etkileşimden kaçınırlar. Bazıları anne babalarına yapışır. Çevredeki insanları tanısalar bile yanlarından ayrılmazlar. Kimi anne babadan uzak, belli bir mesafede durur onlara korku ve ihtiyatla bakar. Engellenmiş çocuklar ile utangaç çocuklar karıştırılmamalıdır. Engellenmiş çocuklar tehlikeden kaçmaya karşı hazır olurlar. Tetikte ve tedbirlidirler. Utangaç çocuklar ise diğer çocuklar gibi anne babalarıyla güvenli ilişki geliştirebilirler.
Erişkin fobilerinin çocukluk çağına dayanan belirgin kökleri vardır ve bazıları yetişkinlik döneminde de sürer. Çocukluk döneminde görülen korkuların çoğu günlük deneyimlerinden kaynaklanır. Korkuların ortaya çıkmasında genetik ve mizaç özellikleri de  etkilidir.
Korkuların yaşa göre değişiklik gösterdiği bunun nedeninin ise çocukların yaşlara göre fantezileri, gelişen bilişsel beceriler ile birlikte dünyayı algılama ve yorumlama becerisi olarak gösterilmektedir. İki ve dört yaş arası; ayrılık ve kayıplara; ilk üç yaş ise bedenlerine yönelik korku, okul öncesi dönemde ise; karanlık, hayali canavar, kaçırılma korkusu yaşandığı gösterilmiştir. Altı yaştan sonra ise okul korkuları, performans kaygıları gibi daha gerçekçi korkular başlar. Fobiler ise yaşa özgü değildir, uzun dönem devam eder, istemli kontrollü durumun gerektirdiğinin ötesindedir. Açıklanamaz, genellikle kaçınma ile sonlanır
Korku yaşayan çocukta; kalp hızında artış, soluk alışta hızlanma, ağızda kuruluk, adalelerde gerginlik, tüm bunlar vücudu korku durumunda kaçma ya da savaşmaya hazırlayan normal tepkilerdir. Korku çocukların düşüncelerini de farklılaştırabilir. Yapamayacağım, beceremeyeceğim gibi olumsuz beklentileri sıklaşır. Korkulan durumu tehdit edici olarak algılayabilir. Davranış düzeyinde bazı çocuklar korku uyaranından veya ortamdan kaçar, uzaklaşır.

Kaçınma; korkulan nesneden uzaklaşmadır. Kaçınma ile nesneden uzaklaşılır ve korku azaltılır. Böyle davranmakla geçici bir rahatlık sağlanır. Ancak bu durum uzun dönemde yaşamı etkileyecek uyumsuzluğa neden olabilir.
Kaçınma: Anne babadan fiziksel olarak kaçınma ya da içe çekilme, baş edilmeyen kaygı ve korkuya karşı kullanılan savunmadır. Doğal olarak insanlar, tehlikeli olarak değerlendirdikleri durumlardan mümkün olduğu kadar uzak kalmak, eğer bu durumun içindelerse de kaçmak, kendini korumak isterler. Dolayısıyla korku içerdiği tehlike düşüncesi neticesinde, beraberinde korunma, kaçma davranışı getiren bir duygudur
Korku, Kaygı, Fobi ve Stres
Kaygı (bunaltı-anxiety), duygulanımın elem yönünde artmasıdır. Kaygı korkuya benzer bir duygulanım durumudur. Genel olarak gelecekte kötü bir şey olacakmış gibi algılanır. Kaygının hoş olmayan elem veren duygulanım durumu, geleceğe yönelik endişeli beklenti ve bu durumların öznel algılanıp duyumsanması, bedensel gerginlik ruhsal tedirginlik ve sonrası panik durumu yaşanır. Fobilerde ise kişi korkusunun gereksiz anlamsız olduğunu bilir. Ancak korktuğu durum nesne olay ile karşılaştığında ya da tasarladığında kaygıları artar.
Stres: Zorlanma ve uyum gösterme süreçleri içerisinde ortaya çıkan karmaşık, duygusal, davranışsal tepkiler ve bu tepkilerin fizyolojik bağlantılarını tanımlamak için kullanılır. Bu açıdan bakıldığında stres, organizmanın bedensel ve ruhsal sınırlarının tehdit edilmesi ve zorlanmasıyla ortaya çıkan ve yansımasını psikolojik ve sosyal düzeylerde gösteren bir durumdur.
Fobi (bunaltı), özel durum ya da nesneler karşısında ortaya çıkar ve kişi budurumdan kaçınmaya çalışır (agorafobi, sosyal fobi gibi). Bu durumlar dışındakişilerde belirgin bir bunaltı genellikle görülmez.
Korku: Tehlike düşüncesinin uyandırdığı duygusal bir reaksiyondur. Korkuve kaygı, içerikleri bakımından birbirine çok benzeyen kavramlar olmalarının yanısıra, kaygıda bu duyguyu meydana çıkaran durum, kişi için çok açık değildir fakatkişi aşırı korku reaksiyonu verir.
Kişide korku durumu olabilmesi için ruhsal bir tepki, bu ruhsal tepkinintemel şartı da gerçek veya muhtemel bir tehdit halinin algılanmasıdır. Gerçek korku;somut olarak var olan, tehdit edici bir nesne veya duruma, örneğin başarısızlığa yöneliktir.
Korku ile kaygı arasında bir ayırım yapmak çok zordur ve ikisi arasındaki ilişki karmaşıktır. Kaygı sıklıkla korkuyu izler, kaygı deneyimleri de kaygının geri döneceğine dair bir korku yaratır. Hem korku hem de kaygı iç ve dış nedenlerden kaynaklanabilir. Her ikisinde de artmış uyarılma durumu ve buna eşlik eden fizyolojik belirtiler vardır.
Korku, belirgin bir nedene karşı verilen duygusal tepkiyi belirler. Pek çok korku reaksiyonu yoğundur. İçinde acillik taşır. Bu sırada kişinin uyarılma düzeyi artar. Aynı zamanda dönemseldir ve kişi korkulan durumdan uzaklaştıkça azalır veya kaybolur. Mantıklı olabileceği gibi mantıksız da olabilir. Kaygıda ise kişi yaşadığı gerilimin nedenini tanımlamakta zorluk çeker. Kaygı; yaygın, nesnesiz, rahatsız edici ve süreklidir. Açık olarak nedeni belirlenemez ve kontrol edilemez. Başlangıcı ve bitişi belirgin değil yaygındır. Korkudan farklı olarak acil bir yanıttan çok artmış bir dikkatin hakim olduğu bir durumdur. Korku gibi kaygıda da uyarılma düzeyi belirgin olarak artar.

Sosyal Fobi İle Benzer Özellik Gösteren Durumlar
Sosyal fobi belirtileri ile benzer belirtiler gösteren durumlar; utangaçlık, sınav kaygısı, yaygın anksiyete bozukluğu, çekingen kişilik bozukluğudur.
Sınav kaygısı:
Daha çok performans kaygısı olarak kabul edilmiştir. Sınavdaki performansının başkaları tarafından olumsuz değerlendirileceği korkusunu da içeren sınav kaygısı DSM-IV'de betimleyici olarak sosyal anksiyete bozukluğu örneği içinde yer almıştır. Sınav anksiyetesi genellikle sosyal anksiyeteyle ilişkili durumlardan biridir. Sosyal anksiyetede başkalarının önünde hata yapmaktan korkmak var iken, sınav anksiyetesinde sınavda kötü bir performans sergilemekten korkmak belirgindir .Aslında sosyal anksiyetede olduğu gibi sınav anksiyetesinde de bilişsel, bedensel ve davranışsal belirtileriyle olumsuz değerlendirilmekten korkma söz konusudur. Bu iki problemin benzerliğini destekleyen bir araştırmanın bulgularına göre, sınav anksiyetesi olan çocukların yaklaşık % 60’ı sosyal anksiyete ya da yaygın anksiyete bozukluğu tanı ölçütlerini karşılamaktadır.

Okul fobisi:
Çocuklar okula başlayıp ebeveynlerinden ayrılmaları gerektiğinde genellikle anksiyete yaşarlar. Okula giden çocukların % 2-3’ü için okula başlamayı takip eden günlerde ebeveynlerden ayrılma korkusu, ağlama ve okula gitmeyi reddetme devam eder . Bu durum okul fobisi olarak da adlandırılmaktadır. Ancak bu isimlendirme yanlış olduğu, okul fobisi yerine okul reddi olarak isimlendirilmesi gerektiği belirtilir. Çünkü çocukların okuldan değil, ebeveynlerinden ayrılmaktan, başkalarıyla beraber olmaktan korktukları, bu nedenle bazı olgular için sosyal anksiyeteden söz edilebileceği belirtilmektedir . Okul bir takım sosyal aktiviteleri gerektirir, bunlar da sosyal anksiyetesi olan çocuklar için oldukça rahatsızlık vericidir. Örneğin sınıfta sorulara yanıt vermek, başkalarının önünde yüksek sesle okuma yapmak, tahtaya yazmak, kantinde veya yemekhanede yemek yemek, beden eğitimi derslerine katılmak gibi.
Yaygın anksiyete bozukluğu:
Yaygın kaygı bozukluğunda kişi sosyal olan veya olmayan tüm durumlarda yaygın kaygı ve endişe yaşar. Sosyal anksiyete bozukluğu ile örtüşmesine karşın, kesin sınırlarını belirleyecek ölçütler henüz belirlenmemiştir. Bu hastalara kıyasla sosyal anksiyete bozukluğu olanlarda baş ağrısı, ölüm korkusu, terleme, kızarma ve soluma güçlüğü daha seyrek oluşmaktadır. Sosyal anksiyete bozukluğunda; kızarma, terleme sıklıkla görülen yakınmalar iken; panik bozukluğunda çarpıntı, göğüs ağrısı, soluk alamama, baş dönmesi, görme bulanıklığı ve baş ağrısına daha sık rastlanır. Ayırıcı tanı için önemli olan ölçüt utanma ve aşağılanma korkusudur .
Sosyal fobide kişi için başkalarının kendisi ve performansı hakkındaki düşünceleri önem kazanmaktadır. Sosyal anksiyete bozukluğu olan hastalar yalnız olduklarında daha rahat olmalarına karşın, panik hastaları kendilerini başkaları ile birlikte iken daha emniyette hissederler. Sosyal kaygısı olan kişi, başka insanlarla konuşma korkusu nedeniyle evden çıkmaktan kaçınırken, agorafobisi olanlarda genel kalabalık korkusu hakimdir. Örneğin, agorafobisi olan kişinin süper market içinde iken yaşadığı akut kaygı durumu marketten çıkarken azalır. Buna karşın sosyal anksiyete bozukluğu olanlar süper markette etrafı gezinirken ve alışverişini yaparken etkilenmezler. Ama alışveriş bitiminde ödeme yapmak için kasalara yaklaştıklarında sosyal ilişkide bulunma şansı arttığı için kaygıları aniden artış gösterir.
 Ülkemizde sosyal fobinin diğer psikiyatrik hastalıklarla birlikteliğinin araştırıldığı çalışmada sosyal fobiye; depresyon, obsesif kompulsif bozukluktan sonra üçüncü sırada yaygın anksiyete bozukluğunun eşlik ettiği görülmüştür.

Çekingen kişilik bozukluğu:
Tek başına yaygın sosyal anksiyete bozukluğu olanlara kıyasla çekingen kişilik bozukluğu olanlarda anksiyete düzeyi daha yüksek, işlevsel kayıp daha fazladır. DSM-IV'de çekingen kişilik bozukluğu tanı ölçütleri DSM-III-R'nin ölçütlerinde daha fazla sosyal anksiyete bozukluğu ölçütlerine benzemektedir. Bu ölçütler, eleştirilme korkusu ile kişiler arası ilişkilerden kaçınma, alay konusu olacağı korkusuyla yakın ilişkilerden uzak durma, sosyal ortamlarda reddedileceği konusunda aşırı uğraşma ve yeni kişiler arası ortamlarda ketlenme, sosyal olarak tümüyle beceriksiz olduğuna inanma, utanacağı korkusuyla yeni aktivitelerden kaçınmayı içermektedir
Sosyal anksiyete, uzun yıllar bir kişilik özelliği olarak düşünülmüştür. 1960’lı yıllarda sosyal anksiyeteyi bir fobi biçimi olarak tanımlama eğilimi belirmiştir.
Günümüzde ise; sosyal fobi ile çekingen kişilik bozukluğu arasındaki benzerlik ve farklılıklar giderek daha çok tartışılmaktadır. Çekingen kişilik bozukluğunun bilişselve davranışsal özellikleri sosyal fobiye oldukça benzerlik göstermektedir
Utangaçlık ve çekingen davranışın kadınlarda özendirildiği ve iyi kabul gördüğü, erkeklerde ise bir eksiklik olarak algılandığı toplumumuzda erkeklerin sosyal fobi belirtilerinden daha fazla rahatsız olduğu düşünülebilir.

Utangaçlık:
Geniş ölçüde sosyal anksiyete bozukluğu ile bir çakışma göstermesine karşın utangaçlığın kabul görmüş tam bir tanımının yapılmamış olması nedeniyle kesin
sınırları tam olarak belirlenememiştir.
Utangaçlık diğer bir deyişle insanlarla etkileşimde bulunmaktan korkmak, kaçınmak ve sosyal ortamlarda sıkılgan olmaktır.
Utangaç bireyler diğer insanlar tarafından gülünç bulunacaklarını ve bu nedenden dolayı da insanların kendilerine acıyacağını düşündüklerinden diğerlerinin dikkatlerini çekecek hiçbir şey yapmaz ve söylemezler. Sosyal ortamlarda utangaçlığın sıkıntı doğuran sonuçlarını yaşayan insanlar, nerede ne söyleyeceklerini bilememekte, yanlış bir şey söylemekten ya da yapmaktan korkmaktadırlar. Diğerleri
tarafından eleştirilmek ya da gülünç duruma düşmek korkusuyla kendileri hakkında her ne olursa olsun; duygularını, isteklerini, geçmiş deneyimlerini açığa vurmaktan kaçınmaktadırlar.
Sosyal etkileşim, insan yaşamının vazgeçilmez bir parçasıdır. İnsanın uyumunda ve mutluluğunda sağlıklı sosyal etkileşimin büyük payı vardır. Utangaç çocuklar, sosyal beceri gerektiren; gruba uygun şekilde girebilme ve etkili iletişim kurabilme gibi davranışlardan yoksun olmalarından dolayı, zamanla arkadaşları tarafından kabul görmeyen ve reddedilen çocuklar haline gelmektedirler. Kabul görmeyen çocuklar da giderek bu sıfatlara uygun davranmaya başlarlar.
Diğerleri tarafından değerlendirilmekten korkan bireyler, sosyal ortamlardan kaçmaya eğilimli oldukları için kendilerine hayali dinleyiciler yaratabilmektedirler. Bunun bir sonucu olarak utangaç insanlar, kendilerini sosyal etkileşimlerin ve arkadaşlıkların birçoğundan yoksun bırakmakta ve böylece kendilerini daha rahat hissetmektedirler
Özellikle, gelişmiş ülkelerde, utangaç olmanın başarılı iş ve meslek yaşamı ve kariyer gelişimi açısından büyük bedelleri vardır. Utangaçlık, zaman zaman birey için yaşamsal öneme sahip olabilmektedir. Utangaçlığın biyolojik boyutuna rağmen, bireyde oluşturduğu etkileri azaltmak amacıyla iyi hazırlanmış programlar ve yöntemler önerilmektedir.
Bazı insanlarda utangaçlık problemi sosyal bir durumda düşündüklerini söyleyebilmenin bile sıkıntı yaratması halidir. Bazı bireylerde bu sıkıntılı durumlar fiziksel görüntülerine de yansımaktadır. Bazı bireylerde büyük ya da küçük oranda kaygı, yüz kızarması gibi fiziksel belirtilerle birlikte görülebilir. En önemli gelişim dönemlerinden biri olan ergenlik dönemi, utangaçlığın yoğun olarak görüldüğü ve en zirvede yaşandığı dönemdir. Utangaçlık ergenlik döneminde çocukluk dönemine göre daha yaygın, sabit ve ısrarlı bir özellik gösterir.
Bu dönemde ergen yoğun iç çatışmalar yaşamakta, duygusal davranışları artmakta, çelişkili düşünce ve davranışları yüzünden çeşitli duygusal değişimler göstermektedir. Ergen, karşı cinsten bireylerle duygusal ilişkilere girmek istemekte ancak bu durum ona zor ve karışık gelmektedir. Bu karmaşıklık ergenin utangaç olmasına neden olabilmektedir.

Sosyal Fobinin Ortaya Çıkma Yaşı
Sosyal kaygı (başlangıç yaşı 15-25) ergenlik döneminde başlaması, toplum içinde gözler üzerindeyken, yaşanan korkunun kışkırtılması anlamına gelir.
Sungur’a göre ise sosyal fobinin başlama yaşı 13-20 arasında olmasına rağmen sorunun başlangıcından ortalama olarak 10 yıl sonra tedavi amacıyla kliniklere başvurulmaktadır. Sosyal fobinin ergenlik döneminde ortaya çıkma nedeni olarak; birey, kendisini özerk bir kimlik olarak topluma kabul ettirme ve kendini gösterme çabası içine girer. Ergen için sosyal ilişkilerde etkililik ve başkaları üzerinde bırakılan izlenimlerin niteliği çok önemlidir. Bu konuda göstereceği başarıya ilişkin olarak, kendisinden yüksek beklentiler içindedir. Birey için beklentilere cevap verememe, sosyal kaygı düzeyini arttıran bir faktör olarak belirir. Bu durum özellikle okul çağı çocuk ve gençlerinde yıkıcı etkiler yaratabilir
Sosyal fobinin yoğun olarak görüldüğü yaşam dönemi dikkate alınacak olursa, orta ve yüksek öğrenimin devam ettiği döneme rastladığı söylenebilir.
Sosyal fobi, küçük düşürücü bir yaşantıdan sonra birden başlayabileceği gibi, yavaş yavaş da başlayabilir. Bu tür korkuların ortaya çıkmasında çekingenlik, sıkılganlık, utangaçlık önemli nedenler arasında yer almaktadır. Çocukluk ve ergenlik çağında evde, okulda ve toplumda uygulanan eğitim sisteminin etkisi ile çoğu insan göz göze ve yüz yüze gelmekten çekinir, utanır, elleri terler, titrer. Özellikle gençlik çağında daha sık görülen çekingenlik ve utangaçlığın temelinde, ilgi ve sevgiden yoksunluk, kişinin kendisine ve başkalarına güven duymaması, kendini gereğinden fazla hatalı, çirkin, kötü, eksik, olumsuz, başkalarını; doğru, güzel, olumlu, iyi görmesi kendisine olan saygısını yitirmesi, başkaları tarafından anlaşılmama, dışlanma ve reddedilme korkusu bulunur.
Ağırlıklı olarak ergenlik döneminde görülen sosyal fobi, yetişkinlik dönemine sağlıklı geçişi mümkün kılacak gelişimsel görevlerin başarılmasına engel oluşturabilir. Bu durum bireyin sosyal ilişkiler kurup sürdürme, akademik alanda başarı kazanma, iş bulma ve işinde ilerleme potansiyellerini sınırlamaktadır.

Uzm. Psikolog Reyhan Nuray Duman
          Bütüncül Psikoloji 
Danışmanlık ve Eğitim Merkezi