29 Ağustos 2016 Pazartesi


EBEVEYN TUTUMLARI 

Çocuk dünyaya geldiğinde ilk önce anne-babasıyla iletişim kurar. Anne,
babanın çocuğa olan sevgisi, ilgisi, gözlemlemesi, ihtiyaçlarını karşılaması onu bir
birey haline getirecektir. Amaç kuşkusuz sağlıklı bir kişiliğe sahip insan yetiştirmektir.
Çocuk her gelişimi döneminde farklı gereksinimlere sahiptir. Bunların önemli
bir bölümü aile tarafından karşılanır. Gereksinimleri karşılanmayan çocuk kendi öz
benliğinden utanç duymaya başlayarak sağlıksız büyür.

Çocuğun temel gereksinimlerini şu şekilde sıralayabiliriz;

1- DOKUNULMA : Çocuğa dikkat etme, davranışlarını seyrederek ona
“aferin, haydi yine yap” gibi geri bildirim verme, tutma ve kucaklama,
yüreklendirme, övme ve ona sıcaklık gösterme.
2- GÜVEN : Çocuğun sağlığıyla ilgilenme, yeteri kadar yiyecek ve
giyecek verme, onu tehlikeli durumlardan koruma.
3- YAPI/DÜZEN: Çocuğa yön verme, örnek olma, yapabileceği ve
yapamayacağı davranışların sınırlarını belirtme, tutarlı hareket etme.
4- SOSYALLEŞME : Çocuğun duygularını olduğu gibi tanımlama, onu
yansıtma, ona zaman verme, dış dünya ile arasında köprü görevini
görme, özdeşim kurabileceği bir kişi olma.
5- UYARILMA: Oyun yoluyla ve çocuğun dünyasına giren değişik
olaylarla acı, haz, neşe, heyecan gibi duyguları açığa çıkarma.
6- KENDİNİ DEĞERLİ GÖRME : Çocuğu ciddiye alma, “ben önemliyim,
bana kötü bir şey olmasını istemezler, beni ben olduğum için
seviyorlar” duygusunu verme.
Bu gereksinimler karşılanmadığı zaman çocuğa “sen ve senin gereksinimlerin
önemli değil” mesajı verilmiş olur. Çocuk, normal yollardan karşılanmayan
gereksinimlerini normal dışı yollardan elde etmeye çalışır. Normal koşullarda
anne, babasının dikkatini çekemeyen çocuk, onaylanmayan davranışlarda
bulunarak dikkat çekmeye çalışır. Her yaşta insanın önemli iki temel ruhsal
gereksinimi vardır;
1- Sevmek ve sevilmek
2- Kendisi ve başkaları için değerli olmak.
Sağlam ve sağlıklı kişilik gelişimi için çocuğun gereksinimlerinin doyurulması
ve ileride bu gereksinimlerini kendi kendine doyurabilme yetenek ve
sorumluluğunun gelişmesine olanak sağlanması gerekir.
Ailenin çocuğa karşı tutumunun iki temel öğesi vardır: Sevgi ve Disiplin
Anne ve babanın yaklaşımında, bu iki etmenin ölçüsü ve kararlılığı çocuğun
davranışlarını büyük ölçüde belirler.

ANNE – BABA TUTUM ŞEKİLLERİ

Aşırı verici, koruyucu ve aşırı disiplinsiz tutum : Bu tutumda sevgi ve
disiplinsizlik iki aşırı uçtadır. Çocuktan az şey beklenir ve disiplin
uygulanmaz, çocuk ne kadar büyürse büyüsün aile ona ilk yıllarda
olduğu gibi daima vermeye ve korumaya eğilimlidir. Bu tarz yetişen
çocuk sorumluluk almakta güçlük yaşar. Sınırlarını bilmekte zorlanabilir
ve özgüven sorunu yaşayabilir. Aşırı koruyuculuğun bir sonucu da aşırı
hoşgörü ve şımartma olabilir ve bu kez çocuk, anne babasını
yönetmeye başlar. Bu çocuklar şımarık, bencil, başkalarına hak tanımaz
olur ve sonu gelmez isteklerle çevrelerini bıktırırlar.

İlgisiz ve aşırı disiplinsiz tutum : Bu tutum içerisinde çocuk yeterli sevgi
ve bakım görmez ve hazır olmadığı çağlarda bağımsızlığa zorlanır. Bu
tutuma reddedici tutum da denebilir. Çocuk kendisini değerli görme
duygusundan yoksun kalır. Bu tutum içindeki çocuklar duygularını
açıklamakta zorlanırlar.

Aşırı verici, koruyucu ve aşırı disiplinli, denetimli tutum: Sevgi aşırı verici
ve koruyucu bir davranışla sunulur. Ancak çocuğa bir bebek gibi
bakıldığı halde kendisinden beklenenler çoktur. Bu beklentiler sevgi ile
beraber sunulduğunda çocuklar tarafından kolay benimsenir ve benliğe
sindirilir. Bu tarz tutum içindeki çocuk kendisine aşırı kontrol koyar ve
başkalarını anlamakta zorlanabilir. Çocuk kurallara uyan, dikkatli
olabilir. Ama çekingen, kendi kararlarını veremeyen bir kişiliğe girebilir.

Dengesiz ve kararsız tutum: Çocuğa davranışları karşısında bazen
“Evet” bazen de “Hayır” denmesi çocuğun doğru ile yanlışı
ayıramamasına neden olur. Çocuk kararsız ve tutarsız davranışlar
karşısında nasıl davranacağını bilemez . Çünkü bu durumdaki davranış,
diğer bir durumda kabul edilemez bir davranış olmuştur. Çocuk bu
durumda iç çatışmalar ve huzursuzluklar yaşayacaktır. Bu tutum
karşısında tutarsız ve dengesiz davranışlar göstermeye başlayacaktır.

Anne – babanın tutumları arasında tutarsızlık : Bu tutumda, bir çocuğa
annenin ayrı, babanın ayrı bir tutum izlemesi söz konusudur. Çocuğa
konulan sınırların sürdürülebilmesi için anne-babanın davranışlarında
tutarlı olması gerekir.
Çocuğun benlik kavramı, kendi için önem taşıyan büyüklerin ona gösterdikleri
tutumların bir yansıması olduğundan ana babadan gelen olumsuz tutumlar,
çocuğun kendini değersiz bulmasıyla sonuçlanabilir. İstenen davranışları
yaptığında ödüllendirilmeyen ve desteklenmeye çocuk onaylanan ve
onaylanmayan davranışlarının ayrımını yapmada giderek güçlük çeker.

Bütün bu tutumların yanı sıra çocuğun sağlıklı kişilik gelişimini sağlayan bir
tutum daha vardır:

Güven Verici, Hoşgörülü – Demokratik Aile Tutumu:
Çocuğa karşılıksız sevgi verilmesi esastır. Demokratik anne-baba çocuğa
insan olarak saygı gösterir. Her çocuğun kendine haz özellikleri olduğunu
kabul eder, abla, abi, kardeş karşılaştırması yapmaz. Çocuğun yeteneklerini
en iyi düzeyde açığa çıkarmasına, kendini gerçekleştirmesine izin verir. Katı
kurallar yerine prensipler getirir, bu prensiplerin nedenini açıklar. Çocuğun
özdisiplin geliştirmesini hedefler. Girişimci, sorumluluk alan çocuk yetişmesini
sağlar.
Çocuğa sınırlar öğretilir ve bu sınırlar içinde özgür ve söz sahibi olması
hedeflenir. Çeşitli konularda karar alınırken çocuğun da fikri alınır.
Demokratik anne-baba tutumunda eşler arası uyum söz konusudur. Ortak tavır
sergilenir. Böyle bir ortamda yetişen çocuklar bağımsız, kendine güvenen,
benlik saygısı yüksek, sorumluluk sahibi bireyler olarak yetişirler.
Her anne babanın bilerek ya da bilmeyerek çocuklarına karşı tutumu değişik
olabilmektedir. Bazı çocuklar daha çok sevilmekte, bazılarına baskı
yapılmakta, bazıları ise sevilmeyen istenmeyen çocuklar olarak görülmektedir.
Bütün bu tutumlar çocuğun hem kişiliğinin hem de sosyal gelişiminin değişik
biçimler kazanmasına neden olmaktadır.
Sizler ebeveyn olarak ; işbirliğine yatkın, çalışmaktan zevk alan, kendini ve
diğer insanları seven, yaratıcı, vicdan sahibi bireylerin yetişmesi için, sevecen
ve dengeli bir ortamda, sorumlulukların paylaşıldığı, hoşgörünün hakim
olduğu, demokratik bir tutumla, duyarlı, dengeli ve sağlıklı çocuklar
yetiştirebilirsiniz.

Uzm. Psikolog Reyhan Nuray Duman



25 Ağustos 2016 Perşembe



KRONİK HASTALIĞI OLAN ÇOCUKLARIN VE AİLELERİNİN RUHSAL DURUMLARI



















Kronik hastalıklar, yaşam boyu bakım gerektiren ve dolayısıyla hastanın yaşamında sürekli bir tehdit oluşturan, tedavinin tıbbi gerekliliklerinin yanı sıra psikososyal yönleriyle de ele alınmasını zorunlu kılan sağlık sorunlarıdır. Kişinin içinde bulunduğu koşullar ve hastalığın niteliği dahilinde incelendiğinde etkilerinin kişiden kişiye farklılık gösterdiği ancak devam eden sağlık sorunlarının çeşitli psikolojik bozuklukların ortaya çıkma riskini yüksek oranda arttırdığı araştırmalarca ortaya konmaktadır (Cohen, 1999).

Kronik hastalık, normal fiziksel koşullardan sapma ya da bir bozukluğa işaret eden, geri dönüşü olmayan ve kalıcı yetersizliklere sebep olabilen, hastanın bakımı için uzun süreli gözetim ve tedavi gerektiren bir sağlık durumu olarak tanımlanmaktadır (Grant, 1987). ABD’de Kronik Hastalıklar Komisyonu (CCI; Commission of Chronic Illness) tarafından ise kronik hastalıklar, “genellikle tam iyileşmesi mümkün olmayan, sürekli, yavaş ilerleyen, çoğu kez kalıcı, sakatlığa yol açan, oluşmasında sosyoekonomik, kişisel ve genetik etkenlerin rol oynadığı” hastalıklar olarak ele alınmıştır (Bilir ve Paksoy, 2006).
Çocuklarda Kronik Hastalıkların Sıklığı
Çocuk popülasyonunun tümü ele alındığında, günlük aktiviteyi etkileyen ve sık tedavi gerektiren kronik sağlık sorunlarının görülme oranının %1-2 olduğu belirtilmektedir (Turkel ve Pao, 2007). Yapılan çeşitli epidemiyolojik araştırmalarda ise tüm çocukların %10 ila 15’inin çocukluk döneminde bir kronik hastalık yaşayacağının öngörüldüğü belirtilmektedir.Buna bağlı olarak, hastalıkla beraber meydana gelen psikolojik bozuklukların kronik hastalığı olan çocuklarda %10-20 oranında görüldüğü belirtilmektedir (Pless ve Nolan, 1991).
Psikolojik Sorunların Oluşumunda Hastalık Etmenleri
Sağlıklı akranlarıyla karşılaştırıldıklarında kronik sağlık sorunları olan çocukların psikolojik bozukluklar açısından daha yüksek risk altında oldukları belirtilmekte, yapılan bir araştırma 4 ile 16 yaşları arasında olup kronik hastalığı olan çocukların herhangi bir sağlık sorunu olmayan çocuklara oranla 2.4 kat daha fazla davranış bozukluğu teşhisi aldığını ortaya koymaktadır (Cohen, 1999). Meta analizlerden elde edilen çeşitli veriler ise kronik hastalığı olan çocuklarda konulan depresyon tanısının, hastalığın türü, şiddeti ve süresi gibi hastalık faktörlerinden çok, aile ve ebeveyn özellikleri, çocuğun kendine yönelik algısı ve zeka ile yüksek oranda ilgili olduğu, ayrıca diğer yaşam stresörlerinin de depresyon için güçlü belirleyiciler olduğu sonucuna varılmıştır. Bu tür belirleyicilerin sağlık sorunu olmayan çocukların yaşadığı psikolojik sorunlar için de önde gelen belirleyiciler arasında yer aldığı ancak hastalığın ebeveynler üzerindeki etkilerinin aile ilişkilerine olan olumsuz etkisi sebebiyle hasta çocukların ruhsal durumunda daha yıkıcı etkilerinin olabileceği düşünülmektedir. Sean (2002) ise kronik hastalıkların, çocuğun içinde bulunduğu gelişim dönemi, kişiliği, çevresel koşullar, hastalığın türü ve görmekte olduğu tedavi gibi etmenlere bağlı olarak geçici ya da yaşam süresince devam edebilecek psikolojik bozukluklara yol açabildiği vurgulanmaktadır. Sağlık sorunlarının duygusal, davranışsal, ve bilişsel problemlerin yanı sıra sosyal yönden de sorunlara sebep olabileceği birçok araştırmacı tarafından dile getirilmektedir (Memik, Ağaoğlu, Coşkun,Hatun, Ayaz ve Karakaya, 2007).
Kronik hastalıklarda psikolojik sorunlar bireylerin içsel yaşantısı ve çevresel koşulları ile şekillenmekte, çocuklarda özellikle aile desteğinin nitelikleri doğrultusunda farklılaşabilmektedir.Çocuğun içinde bulunduğu gelişim dönemi, ebeveynlerle olan ilişki, ikincil kazanımlara duyulan ihtiyaç, hastalığın gerektirdiği sorumluluklar, sınırlılıklarla baş edebilme ve bu süreçteki çevresel desteğin yeterliliği kronik hastalığa karşı çocuğun tepkisini etkilemektedir. Çocuğun hastalığa karşı tepkileri pek çok değişkene bağlı olarak farklılık göstermekte olup, ailenin hastalık hakkında çocukla konuşmaktan kaçınmasının, çocuğa eksik ya da yanlış bilgi verilmesinin bu tepkilerin oluşmasında önemli etkenler olduğu belirtilmektedir.
Anne-babanın ve tıbbi personelin tedavi süresince aşırı korumacı bir tutum sergileyerek çocuğun bağımsızlığını kazanmasına izin vermemeleri de çocuğun hastalığa uyumundaki başlıca problemler arasında görülmektedir (Er, 2006). Özellikle ebeveynlere bağımlılığın gelişimsel olarak azaldığı ve çocuğun kısmen de olsa kendi sorumluluklarını yerine getirebileceği bir gelişim döneminde bu tutumun devam etmesi, çocuğun bağımsızlaşma isteğiyle beraber yoğun öfke duymasına sebep olabilmektedir (Parman, 2011). Bağımlılık ve bağımsızlaşma arasındaki bu gelgit beraberinde kaygıyı da getirmektedir. Ailenin maddi ve manevi yatırımının yoğun olarak çocuğun üstünde odaklanması, bireyselleşme süreci başladığında anksiyeteyle beraber yalnızlık, güçsüzlük gibi duyguların ortaya çıkmasıyla sonuçlanabilmektedir .
Hastalığın nitelikleri de çocuğun hastalık sürecinden ne şekilde etkileneceğini belirleyen faktörler arasında yer almaktadır. Northam (1997), hastalığın şiddeti ile psikolojik problemlerinin ilişkisinin net olmadığını, bazı araştırmalardan elde edilen verilere göre en hafif ve en şiddetli hastalıklarda uyumsuzluğun daha çok yaşandığı ancak orta şiddette olanlarda daha az uyumsuzluk görülebildiği bulgusuna varıldığını belirtmiştir. Hastalığın fiziksel görünüme yansıyıp yansımadığı bireysel olarak farklı deneyimlenebilse de genel olarak şu sonucu ortaya koymaktadır; hastalıkları gözle görülebilir olan çocuklar çevrelerinden daha fazla destek görebilmekte ancak diyabet gibi fiziksel görünürlüğü olmayan ve belirtilmediği sürece çevre tarafından fark edilmeyen hastalıklarda çocuklar bir yandan hastalığını saklamayı isteyebilmekte bir yandan ise ihtiyaç duydukları desteği alamamaktan dolayı huzursuzluk yaşayabilmektedirler (Er, 2006).
Çeşitli araştırmalar ise bu savın aksine hastalığın görünür oluşunun psikolojik bozukluklar için ciddi bir risk faktörü olduğunu ortaya koymaktadır (Northam, 1997).
Çocukların ebeveynleri ve bakım veren diğer bireylerle hastalık ve tedavi hakkında iyi iletişim kurabilmesi hastalığa uyum sürecini kolaylaştırmaktadır. Hastalıkla ilgili bilişsel ve fiziksel yeterlilikleri doğrultusunda bilgilendirilerek hastalığın bakımında üzerine düşen sorumlulukları bu yeterlilikler doğrultusunda sağlayabilen ve karar alma sürecine aktif olarak dahil edilen çocukların hastalıkla baş etme potansiyellerinin daha yüksek olduğu belirtilmektedir (Erdoğan ve Karaman, 2008). Hastalığın teşhis ve tedavisindeki belirsizliklerin çocuğun psikolojik durumunu olumsuz yönde etkilediği, sosyal destek ve ekonomik imkanların yeterliliğinin ise hastalık sürecinde stres faktörlerini azalttığı görülmektedir (Northam, 1997).
Kronik hastalığı olan çocuklar hem fiziksel hem de psikolojik türden strese maruz kalırlar (Northam, 1997). Fiziksel stres acı, ağrı, hoşnutsuzluk yaratan ‘iyi hissetmeme’ durumu gibi bedensel işaretler iken, psikolojik baskı ‘farklı olma’ hissi, hastane deneyimlerinin getirdiği ayrılık, hayatta kalmaya yönelik gerçek ya da hayali korkular, hastalığın gereklilikleri sebebiyle normal gelişim sürecinin dışında olmak gibi süreçleri beraberinde getirmektedir. Hastalık sürecinin oluşturduğu kaygı,
hastalığa bağlı değişikliklere karşı çocuğun direnç göstermesine sebep olabilmekte ve yaşıtlarından daha dezavantajlı olmaya yönelik yaşanan his çocuğun sosyal ortamlardan kaçınmasına yol açarak kişilerarası ilişkilerini de olumsuz yönde etkileyebilmektedir(Dahan ve McAfee, 2009).
Gelişimsel dönemler de hastalığa uyum sürecini, çocuğun bilişsel ve duygusal gelişiminin nitelikleri doğrultusunda etkilemektedir. Çocuklar bilişsel olgunlukları geliştikçe ve daha incelikli düşünmeye başladıkça hastalıklarına yönelik yeni bakış açıları geliştirmekte, çevreyle olan etkileşimleri de bu gelişimlerini desteklemektedir .Ancak benzer yaşlarda olan çocukların hastalığa ilişkin tutumlarının birbirinden farklılık gösterebileceği unutulmamalıdır. Bu noktada çocuğun kişilik özellikleri, yetiştiği çevre, bakım veren kişilerin yaklaşımı ve çocuğun yakın çevresiyle olan ilişkisi gibi faktörler belirleyiciler arasında yer almaktadır.
Kronik Hastalıklarda Bakım Verme
Kronik hastalığı olan bir bireyin varlığı, yaşadığı evin düzeninde de yeni bir yapılanma gerektirmektedir. Aileler hastalık sürecinde tedavi gereksinimlerini karşılamak ve belirli stresörlerle baş etmek durumundadır. Bakım vermede, hastanın ve hastalığın niteliklerine göre farklı ihtiyaçlarla karşılaşılmakta, özellikle çocukluk çağı hastalıklarında bakım verene karşı olan bağımlılık, beraberinde birçok kısıtlamayı da getirmektedir.
Bakım veren kişilerin yaşadıkları zorlukları anlayabilmek adına hastalık sürecinde içinde bulundukları çevrenin özellikleri, bireysel, kültürel ve toplumsal sorunlar bakım veren kişinin fiziksel, psikolojik ve sosyal durumu ile beraber ele alınmalıdır. Çocukluk çağı kronik hastalıklarında bakım veren ebeveynlerin bu süreçte hastalığa dair endişe, öfke, suçluluk gibi yoğun duygular yaşadıkları ve bu duyguların hastalıkla baş etmeyi olumsuz yönde etkileyebildiği belirtilmektedir (İnal- Emiroğlu ve Pekcanlar-Akay, 2008).
Kronik hastalığı olan çocukların aileleri hem çocuğu etkileyen, hem de bu hastalıktan etkilenen konumdadır. Ailenin hastalığa adaptasyonuyla, çocuğun bireysel olarak hastalığa adaptasyonu arasında yakın ilişki olduğu bulunmuştur . Bazı ailelerce teşhis süreci, bir yas süreci gibi yaşanmakta ve ideal çocuğun kaybı olarak karşılanabilmekte, ailenin desteğinin çok önemli olduğu bu süreçte, bu tür duyguların varlığı çocuğun da hastalığa uyumunu zorlaştırmaktadır.
Kronik Hastalıkların Aile Yaşantısına Etkisi
Çocukluk çağı kronik hastalığı ile baş etmekte olan bir aile kalıcı bir tehditle karşı karşıyadır. Hastalık o denli talepkârdır ki ailenin düzenini hastalık oluşturur, diğer gelişimsel ihtiyaçlardan feragat edilmesine, bireylerin ve ailenin hayat döngüsünün raydan çıkmasına yol açabilir.
Her ailenin kendine özgü dinamikleri bulunmakta, kişilerarası ilişkileri, aile fertlerinin sorumlulukları bu yapı içerisinde farklılık gösterebilmektedir. Yıllarca bu sistem içinde yaşamaya alışan, karşılaştıkları belli başlı sorunlarla baş etmek için yöntemler geliştirmiş olan aile bireyleri alışık olmadıkları ve düzenlerini derinden sarsabilecek yapılanmalara karşı hazırlıksız olabilirler. Düzeni tehdit eden unsurlar çok çeşitli olabilir. Aile bireylerinden birinin yaşam biçimini değiştirmek ya da yeniden düzenlemek zorunda kalması tüm aile fertlerinin de bu sürece uyum sağlamasını gerektirir.
Kronik hastalıklar çocukta fiziksel ve ruhsal açıdan zorlanmalara sebep olurken, aile bireylerinde de uyum sorunlarına ve ruhsal sorunlara yol açabilmektedir. Hastalık sürecindeki düzen değişiklikleri tüm aile bireylerinin adaptasyonunu zorunlu kılar. Bu adaptasyonun sağlanamaması durumunda aile içinde ilişkilerin bozulması, ebeveynler arasındaki anlaşmazlıkların artması, aile içinde çelişkili ve zarar verici tutumların, davranışların ortaya çıkması gibi meydana gelebilmektedir. Kronik hastalıkların, problem çözme becerileri gelişmiş ve iletişimi kuvvetli olan ailelerde işbirliği, şefkat, duyarlılık, saygı, empati gibi özellikleri ön plana çıkarıp ailenin birlik ve bütünlüğüne olumlu etkisinin olduğu ancak görevler ve kısıtlamalar söz konusu olduğunda kişilerarası ilişkilerde sorunlar yaşanabildiği, özellikle kardeşler arasında kıskançlık, düşmanlık, rekabet gibi duyguların tetiklenebildiği belirtilmektedir.  Kronik hastalığı olan çocukların ebeveynleriyle yapılan çalışmalarda, hastalığın tanısının koyulduğu ve tedavinin başladığı süreçte en sık karşılaşılan tepkilerin şok ve inanmama olduğu gözlemlenmiştir. Özellikle hastalığın teşhisinden sonraki ilk aylarda annelerin uykusuzluk, iştahsızlık, duygusal dalgalanmalar, hafıza kayıpları, duygusuzluk gibi belirtiler gösterebildiği ifade edilmektedir.
Anne-baba arasındaki evlilik uyumunun iyi oluşu, aile desteğinin varlığı, sosyoekonomik düzeyin düşük olmayışı gibi olumlu etmenlerin yer aldığı bir aile yapısında, kronik hastalığı olan bir çocuğa bakım veren ebeveynlerin sosyal ve psikolojik yönden daha az  sorun yaşamaktadırlar.
 Ebeveynlerin ruh halinin çocuğa da yandığı, anne-babaların stres düzeyi ile çocukların stres düzeyi arasında da pozitif yönde bir ilişki olduğu belirtilmektedir. Sullivan’ın da belirttiği gibi, anksiyete anneden çocuğa empati yoluyla geçmektedir . Ebeveynler için hastalık hakkında yeterli bilgilendirme, hasta olan diğer çocukların ebeveynleriyle konuşabilme, sosyal destek gibi unsurların hem ailenin hem de çocuğun hastalığa uyumuna olumlu yönde etki ettiği belirtilmektedir.
Yapılan bir çalışma, çocuklarına nasıl davranmaları gerektiği ve tedavi sürecindeki sorumlulukları ile ilgili bilgilendirilen, soruları cevaplanan, pratik tavsiyeler alan ailelerin, yeterince bilgi almadıklarını belirten ailelere oranla güvensizlik ve çaresizlik duygularını belirgin bir oranda daha az yaşadıklarını (1/5 oranında) ortaya koymaktadır. (Taanila, 2002).
Kronik Hastalıklarda Bakım Veren Kişiler
Tıptaki gelişmelerle beraber insan yaşamının uzadığı, hastalıkların tedavilerinin olumlu sonuçlarıyla beraber hastaların yaşam süresinin arttığı görülmektedir. Kronik hastalıklarda hastayı olabildiğince iyi yaşam koşullarıyla hayatta tutup bakım sağlamak hedeflenirken, hastalıkla mücadele eden bireylerin bakımını üstlenen kişiler açısından farklı sorun alanları oluşabilmektedir. Özellikle günümüz çağında endüstrileşmeyle beraber kentsel yaşamın yoğunlaşması, aile birimlerinin küçülmesi ve ailelerde çalışan birey sayısının artması hasta olan bireye bakım sağlayabilecek kişi sayısını azaltmakta, bakım veren kişinin de yük ve sorumluluklarını arttırmaktadır. (Atagün vd., 2011).
Türkiye’de yapılan bir araştırma bakım veren kişilerin %78’inin kadın olduğu ve kadınların bakım vermeyi sahip oldukları sorumlulukların bir devamı olarak gördüklerini ortaya koymaktadır.Ancak anneler bu durumun her ne kadar hali hazırda yer alan görev ve sorumluluklarına ek olarak geldiğini belirtseler de, diğer aile fertlerine yeterince zaman ayırmamaktan dolayı sıkıntı yaşadıklarını da dile getirmektedir (İnanç, 1995).
Hastalık sürecinde ailenin bir bütün olarak ele alınması gerektiği düşünüldüğünde kardeşlerin de bu süreçten nasıl etkilenebilecekleri önem taşımaktadır. Ailenin hastalıkla nasıl baş ettiği, bakım sağlarken diğer kardeşlerin ihtiyaçlarına ne kadar cevap verebildiği önem taşıyan faktörler olup, gelişimsel açıdan gerçekleştirilmesi gereken sosyal aktivitelere ve duygusal desteğe ebeveynlerin daha az zaman ayırması sorun yaratabilmektedir. Yapılan araştırmalar hasta çocukların sağlıklı kardeşlerinin yarısından fazlasında psikolojik ve davranışsal problemlerin görülebildiğini ortaya koymaktadır. Bu noktada klinisyenlerin de hastalığa adaptasyon sürecinde aileyi tümüyle ele alıp desteklemelerinin, hastalığa yönelik kaygının azaltılması ve ailenin kendi kaynaklarını keşfedip arttırılmaları için yardımcı olunması yönlerinde çalışmalarının baş etme sürecini kolaylaştıracağı bilinmektedir.
Hastalıklarda bakım veren kişi olmak çoğunlukla bir seçim sunulmaksızın ve plansız şekilde gerçekleşir. Bu nedenle hastanın yanı sıra bakım veren kişinin de hastalığın ortaya çıkışıyla beraber yaşadığı bir uyum süreci vardır. Hastalığın nitelikleri doğrultusunda bakım veren kişinin sorumlulukları ve baş etme süreci şekillenmektedir. Bakım vermede sorumlulukların artması, hastayla bağımlı ve tek yönlü bir ilişkinin olması, hastalık sürecinin yoğun ve uzun olması kişinin yaşam kalitesini olumsuz yönde etkilemektedir (Atagün vd., 2011).
Gerek hastalık sürecinde bakım veren kişilerin yaşadığı kaygı, gerekse hoşnutsuzluk yaratan tedavi gereksinimleri aile bireylerinin hem hastalığa hem de birbirlerine karşı tutumunu etkilemektedir. Okul öncesi dönemde çocuğun gelişiminin bir parçası olan oyunlar ve sınırları test etmek için sergilediği çeşitli davranışlar bile aileler tarafından hastalıkla ilgili kaygıları sebebiyle tolere edilememekte, hastalık hayatı tehdit edici nitelikte olabildiğinden aile sistemine yeni kurallar getirimekte, bunun sonucunda da çocuklar yaşıtlarının yer aldığı günlük aktivitelere katılmayı zaman zaman reddetmek zorunda kalıp kendilerini pasif, uyumsuz ve çaresiz hissedebilmektedirler.
Tüm yaşıtlarının yapabildiklerini yapamıyor olmak, haksızlığa uğradıkları düşüncesiyle beraber üzüntü ve öfkeyi de beraberinde getirebilmektedir.
Bu tür durumlar çocuğu duygusal, sosyal ve akademik yönlerden etkilediği gibi bakım veren kişilerin de benzer yönlerden zorlanmasına sebep olduğundan tedavi sürecinde hastalığın gereksinimlerinin tıbbi alanda sağlanıyor olmasının yanı sıra psikososyal alandaki ihtiyaçların desteklenmesine de önem verilmelidir (Er, 2006).
Bakım Veren Kişilerde Ruh Sağlığı
Kronik hastalıklar çocuğun ailesi açısından da ruhsal bozukluklar için risk oluşturmakta, hastalık faktörleri ve bakım verme yükü, stres ve zorlanmaları arttırarak depresyon, kaygı, eşler arası anlaşmazlık gibi sorunların görülme olasılığını yükseltmektedir. Aile sisteminde bakım veren kişi olarak anneler ön plana çıksa da hastalık tüm aileyi etkilemekte ve babaların da bu süreçte ruh sağlığı açısından risk altına girdiği belirtilmektedir.
Anneler daha çok tedavi süreci, evde ve dışarıda bakımın gerektirdikleri yüzünden sıkıntı çekerken, babalar hastalığın finansal gereklilikleri ve çocuk ile duygusal bağlanma alanlarında kaygı yaşamaktadır.
Kronik hastalığı olan çocukların ebeveynleri ile yapılan bir araştırma, ebeveynlerin %47’sinde psikiyatrik semptomlara rastlandığını ortaya koymaktadır. Bu semptomların ortaya çıkışında hastalığın şiddetinden çok hastalığın somut gerekliliklerinin daha etkili unsurlar olduğu belirtilmiştir. Ancak birçok unsurun bir arada değerlendirilmesi gerektiği de çeşitli araştırmalarca ortaya konmakta, kronik hastalığı olan çocukların anne ve babalarının anksiyete ve depresyon düzeylerine anne babanın yaşının, eğitim seviyesinin, çocuğun hastalığının şiddetinin, hastalığın süresinin ve ölümcül olup olmadığının da etki ettiği vurgulanmaktadır.
Ölümle eş olduğu düşünülen, karamsarlık ve çaresizlik duygularının daha yoğun yaşandığı kronik hastalıklarda, özellikle kanser hastası çocukların ebeveynlerinin depresyon düzeylerinde diğer kronik hastalıklara oranla belirgin bir artış olduğu görülmektedir (Toros vd., 2002).
Bakım Verme Yükü
Hastalık sürecinde bakım veren kişinin yaşadığı fiziksel, psikolojik, sosyal ya da finansal değişkenlerin niteliği ve yoğunluğunu ifade edebilmek amacıyla ‘bakım veren yükü’ kavramı kullanılmaktadır. Çeşitli faktörlerin de etkisiyle bakım veren bazı kişiler durumla iyi baş edebilmekteyken, bazılarının sahip oldukları kaynaklar yeterli gelmemekte ve bu süreci yönetmekte başarısız olabilmektedirler (Atagün vd., 2011).
Bakım verme yükünü nesnel yük ve öznel yük olarak iki başlık altında incelemişlerdir. Nesnel yük daha çok hastalığın evdeki yaşantıya ne şekilde yansıdığıyla ilgili olup, görevler, kısıtlamalar, finansal sonuçlar gibi faktörleri içermekte, öznel yük ise bakım veren kişinin bireysel olarak bu süreci duygusal, fiziksel, sosyal yönden ne şekilde deneyimlediğiyle ilgili olarak değerlendirilmektedir. Nesnel yük bakım verenin rollerine ilişkin karşılaştığı sorunları tanımlarken, öznel yük kişinin bu tür nesnel yüklerle uğraşırken yaşadığı sıkıntılar, bu sıkıntıların oluşturduğu duygular ve tepkiler olarak da tanımlanabilmektedir. Bakım veren kişilerin yaşadıkları öznel yükün göstergesi olarak ise kaygı, üzüntü, suçluluk gibi duyguların sıkça dile getirildiği ve bu tür duyguların ise depresyona yol açabildiği belirtilmektedir (Atagün vd., 2011).
Bakım verme, psikolojik sonuçlarının yanı sıra kişide bedensel problemlere de yol açabilmektedir. Bakım veren kişilerin hastalığa yönelik sorumlulukları sebebiyle kendilerine zaman ayırmadıklarını, kendilerini yorgun hissettiklerini, hastayla iletişimde sıkıntı yaşadıklarını ve ekonomik zorluklarla karşılaştıklarını yüksek oranda ifade ettikleri belirtilmektedir (Larsen, 1998). Bakım veren kişilerin yaşadığı duygusal ve fiziksel yükün, bireylerin depresyon ve anksiyete düzeylerinde artışa sebep olduğu, sağlıklarını olumsuz yönde etkilediği, doktor ziyaretleri ve ilaç kullanımının artmasına sebep olduğu belirtilmekte, depresyon ve anksiyete oranının bakım saati ile doğrudan, eğitim düzeyi ve boş zaman etkinlikleriyle ise ters yönde ilişkisinin olduğu araştırmalarca gösterilmektedir.
Bakım veren bireyin kişilik özellikleri, baş etme yöntemleri, alınan sosyal destek, çevresel stresörler, bakmakta olduğu hastanın kişilik özellikleri ve davranışsal sorunları gibi faktörler bakım verme yükünü etkilemekte ancak hastalığın niteliklerinin de belirleyici özellikler arasında olduğu bilinmektedir (Atagün vd., 2011).
Uzun süreli bakımın sağlanması gerektiği durumlarda, bakım verenlerde %40-70 arasında değişen oranlarda depresif belirtiler görüldüğü ve %50’lik bir oranda depresyon tanısı koyulduğu belirtilmektedir. Bakım veren kişinin algıladığı yükü etkileyen diğer önemli faktörler ise yaş, cinsiyet, eğitim, etnik köken, kültürel özellikler, ekonomik durum, hastayla yakınlığı, kendi sağlık durumu, baş etme yönelimleri, sosyal destek olarak da belirtilmektedir.
Bakım sağlayan kişiler hastalık sürecinin gereklilikleri, hastanın yaşaması ve dolayısıyla aile sistemini de etkilemesi olağan olan değişimlerle ilgili sağlık personeli tarafından sürecin başından itibaren bilgilendirilmelidir. Bu süreçle baş edebilmeleri adına karşılaşabilecekleri durumlar hakkında önceden bilgi sahibi olarak durum meydana geldiğinde çözüm üretebiliyor olmaları, kaygı düzeylerini arttırabilecek durumlarda kontrolü daha iyi sağlayabilmelerine imkan sağlayacaktır. Bu nedenle hastalar ve bakım veren kişiler başta olmak üzere tüm aile bireyleri hastalık süreciyle ilgili sağlık personelinin yönlendirme ve desteğine ihtiyaç duymaktadır.
HASTALIK SÜRECİNDE GELİŞİMSEL DÖNEMLERİN ETKİSİ
Er’e (2006) göre, çocukluk dönemi hastalıkları doğuştan olanlar ve sonradan edinilen hastalıklar olmak üzere iki şekilde incelenmelidir. Çocukların tedavi sürecine ve verilecek olan hizmetlere yönelik tutumunun, hastalığın oluştuğu zamana ve hastalık döneminde yaşanan değişikliklere bağlı olduğunu belirtilmiştir. Doğuştan gelen hastalıklar, tedavi sürecini hayatın bir parçası haline getirirken sonradan kazanılan hastalıklar çocukların kendilerini alışık olmadıkları bir sürecin içinde bulmalarına sebep olmaktadır.
Çocukların içinde bulundukları gelişim dönemi, hastalığa yönelik algılarını ve hastalıkla baş etme becerilerini etkilemektedir .Gelişim dönemi, fiziksel ve zihinsel farklılaşmanın yanı sıra çocukların olaylara yönelik algılarını ve yükledikleri anlamları da değiştirebilmektedir (İnal-Emiroğlu vePekcanlar-Akay, 2008).
Gelişim dönemlerinin temel aşamaları incelendiğinde, 3 yaş ve öncesi bedensel işlevlerin düzenlenmesi açısından bakım vericilere bağımlı olunan, çocuk ile bakım vereni arasında bağlanma ve güven ilişkisinin kurulduğu dönemdir. 3-6 yaş döneminde ise bireyselleşme başlar ve bedensel zarar görmeye yönelik kaygı da beraberinde gelir. Çocukta, hastalığın kendi davranışlarının bir sonucu olduğuna yönelik inanç gelişebilir. Bir ceza olarak algılanan hastalık anne-babanın sevgisini kaybetmeye yönelik anksiyeteyi de oluşturabilir .Freud anksiyeteyi benliğin başa çıkamadığı durumlarda yaşadığı çaresizliğin ya da algılanan tehdidin bir ifadesi olarak yorumlamış, fiziksel unsurların yanı sıra sevilen bir nesnenin kaybının da bireyin ruhsal bütünlüğüne yönelik tehdit olarak değerlendirilebileceğinin ve kaygıyı arttırabileceğinin altını çizmiştir (Akvardar vd., 2010).
Bireyselleşmenin başladığı dönemde kaygının yükselişi ya da anne-babanın hastalık sebebiyle çocuğun aktivitelerini sınırlandırması çocuğu pasifleştirip bakım veren kişilere bağımlı hale getirebilir. Duygu ve düşüncelerini ifade etme konusunda yeterli beceriye sahip olmayan bu yaş grubu çocuklar, getirilen kısıtlamalarla beraber öfke duymaya ve bunu davranışlarına dökmeye, dolaylı yollarla bu duygularını ifade etmeye başlayabilirler .
Psikanalitik kuram çerçevesinde gelişim incelendiğinde de ödipal dönemin bitişi ve latans döneminin başlangıcı olan, 6 yaşa denk gelen dönemde ebeveynlerden ayrılma sürecinin sosyalleşme yoluyla başladığı ve çocuğun bilinçdışı olarak ayrışmayı gerçekleştirmek için yollar aradığına değinilmektedir. Annenin hastalık sebebiyle aşırı ilgi ve bakım göstermesi durumunda bu sürecin ilişkinin bağımlı nitelikte olması sebebiyle zorlaşabildiği, bireyselleşme için annenin daha esnek bir tutum sergilemesi gerektiği vurgulanmaktadır . Birincil bağlardan uzaklaşma süreci ayrılıkla beraber yalnızlık hissini ve dolayısıyla anksiyeteyi doğurabilmekte, alışılmış olan güvenli alanın dışına çıkmak ise çocukta tehdit algısı yaratabilmektedir
7-13 yaş arasında okul dönemi çocuklarda hastalığı anlama, anlatma, tedaviye katılma konusunda yeterlilikler gelişmeye başlamakta ancak hastalığa yönelik cezalandırılıyor olma inancı da devam edebilmektedir .Bu dönemde çocuklar anlayabilecekleri düzeyde yapılan açıklamalar ile hastalığı anlamlandırmaya çalıştıklarından konuşmaya ihtiyaç duyarlar, aksi halde ölüm korkusunun da gelişmesiyle beraber kaygılarının arttığı görülür . Hayatlarının temelinde yer alan okul hayatı, hastalığın oluşturduğu tehdidin nitelikleri ile olumsuz yönde etkilenebilir.
 Ergenlik döneminin gelişim özellikleri ise ayrılma ve bireyselleşme süreçlerinin yoğun şekilde yaşandığı ve akranlara bağlılığın arttığı bir dönem olduğundan hastalığın kontrol ve tedavi süreci üzerinde oldukça etkilidir. Hastalığın tedavisinde gereklilikleri yerine getirmeye karşı gösterilen direnç, ergenlik döneminde risk alma davranışının artışıyla beraber yoğunlaşabilir. Hastalık, ergen birey için bağımsızlığın kısıtlanmasıyla eşdeğerdir ve geleceğe yönelik kaygı da oluşturmaktadır. Özellikle kronik hastalık ergen bireyin dış görünüşünü olumsuz yönde etkiliyorsa beden algısına, kişilerarası ilişkilere, okul yaşantısına yönelik olumsuzlukları da beraberinde getirerek psikolojik sorunların oluşmasını tetikleyebilir.
Bağımsızlık isteğinin oldukça yoğun olduğu bu dönemde anne-baba denetimi, ilaç kullanımı, sık doktor kontrolleri gibi kısıtlayıcı faktörler ergen bireyde huzursuzluk yaratarak hastalık yönetimine dair tutumunu da etkileyebilmektedir . Ergen birey başkaldırma ve bağımlılık arasında gidip gelmektedir (Parman, 2011). Bu nedenle hastalığın getirdiği kısıtlamalar ve ebeveyn kontrolünün yoğunluğu, bireyselliğinin engellendiği hissiyle beraber öfke uyandırabilmektedir. Ergenlerde kimlik gelişimi, bağımsızlık arzusu, vücut bütünlüğü ve cinsel gelişimin önemi yaş grubunun belirgin özellikleri olmakla beraber hastalığın da tetiklediği nitelikler olup, yaşıtları gibi olma arzusunu da şiddetlendirebilmektedir. Bu noktada tedaviye uyumun aksadığı durumlarda duygusal tepkilere de önem verilmeli, hastalıkla ilgili olumsuz duygularının ifade edilmesine izin verilmeyen bir çocuğun tepkisini farklı yollarla ifade ediyor olabileceği unutulmamalıdır.
Çocukların gelişimsel dönemlere göre hastalığı nasıl anlamlandırdıklarına yönelik ele alınabilecek bir diğer yaklaşım ise Piaget’in ‘bilişsel gelişme’ kuramdır. Bu kuramda anlamlandırmanın deneyimlerle başladığı, mantıksal sürecin ve soyut düşünmenin sonradan geliştiği belirtilmektedir (Erdoğan ve Karaman, 2008). Ancak yapılan bazı araştırmalar, gelişim sürecindeki bu bilişsel dönemlerin yaştan bağımsız olarak daha farklı etmenlerle şekillendiğini desteklemektedir (Erdoğan ve Karaman, 2008). Bu noktada anne-baba tutumları devreye girmekte, hastalık kavramının gelişmesinde ebeveynlerin ve çevrenin etkisinin önemi üzerine durulmaktadır .
Uzm. Psikolog Reyhan Nuray Duman


KAYNAKÇA
Ø  Akvardar, Y., Çalak, E., Etaner, E., Hürol, C., Sunat, H., Tükel, R., Üçok, A. Ve Yücel, B. (2010). Psikanalitik Kurama Giriş. İstanbul: Bağlam Yayınları.
Ø  Atagün, M.İ, Balaban, Ö.D., Atagün, Z., Elagöz, M. ve Özpolat, A.Y. (2011). Kronik Hastalıklarda Bakım Veren Yükü. Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 3(3), 513-552.
Ø  Bilir, N. ve Paksoy, N.S. (2006). Bulaşıcı Olmayan Hastalıkların Kontrolü veYaşlılık Sorunları, İçinde Halk Sağlığı Temel Bilgiler. Hacettepe Üniversitesi Yayını, 1019-1044.
Ø  Cohen, S.M. (1999). Families Coping with Childhood Chronic Illness: A Research Review. Families, Systems & Health, 17, 149-164.
Ø  Dahan, G.,McAfee, S. G. (2009). A proposed Role fort he Psychiatrist in theTreatment of Adolescents with Type I Diabetes. Psychiatr Q, 80, 75-85.
Ø  Er, D.M. (2006). Çocuk, Hastalık, anne-babalar ve kardeşler. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi, 49, 155-168.
Ø  Erdoğan, A. ve Karaman, G.M. (2008). Kronik ve ölümcül hastalığı olan çocuk ve ergenlerde ruhsal sorunların tanınması ve yönetilmesi. Anatolian Journal of Psychiatry, 9, 244-252.
Ø  İnanç, Y.B., (1995). Fiziksel sakatlığı ve kronik hastalığı olan çocuklara ve ailelerine
psikolojik yaklaşım. Ekşi, A. (Ed.), Ben Hasta Değilim, Ankara: Nobel Tıp Kitabevleri.
Ø  İnal-Emiroğlu, F.N. ve Pekcanlar-Akay, A. (2008). Kronik Hastalıklar, Hastaneye Yatış ve Çocuk. DEÜ Tıp Fakültesi Dergisi, 22:2, 99-105.
Ø  Memik, N.Ç., Ağaoğlu, B., Coşkun, A., Hatun, Ş., Ayaz, M. ve Karakaya, I. (2007). Tip 1 Diyabetes Mellitusu Olan Çocuk ve Ergenlerin Yaşam Kalitesi Algılarının Değerlendirilmesi. Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Dergisi, 14, 133-138.
Ø  Northam, E.A. (1997). Annotation, Psychosocial impact of chronic illness in children. Journal of Pediatric Child Health, 33, 369-372.
Ø  Parman, T. (2011) Winnicott’un kuramında ergenlik. Psikanaliz Yazıları, Donald, W. Winnicott, 23, İstanbul: Bağlam Yayınları. 83-95.
Ø  Pless, B. ve Nolan, T. (1991). Revision, replication and neglect- Research on maladjustment in chronic illness. Journal of Child Psychol. Psychiatr., 32, 346-65.
Ø  Sean, P. (2002). Adaptive style in children with chronic illness. Psychosomatic Medicine, 64, 34-42
Ø  Taanila, A. (2002). Well-presented first information supports parents’ to cope with a chronically ill or disabled child. Acta Paediatrica, 91(12), 1289-1291.
Ø  Toros, F., Şenel, T. Ve Düzovalı, Ö. (2002). Kronik hastalığı olan çocuklar, anne ve babalarındaki depresyon ve anksiyete düzeyleri. Klinik Psikiyatri, 5, 240-247.

Ø  Turkel, S. ve Pao,(2007) M. Late consequences of chronic pediatric illness. Psychiatr Clin North Am, 30, 819-835.
PSİKOPATİ - "ANTİSOSYAL KİŞİLİK BOZUKLUĞU"


Kişinin içinde yaşadığı kültürün beklentilerinden belirgin olarak sapan sürekli davranışlar ve iç yaşantıları olan kişilik bozuklukları, biliş, duygulanım, kişilerarası işlevsellik ve dürtü kontrolü alanlarından iki ya da daha fazlasında kendini belli eden, esneklik göstermeyen ve çok çeşitli kişisel ve duygusal durumları kapsayan sürekli bir örüntüdür. Bu sürekli örüntü, klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, mesleki alanlarda ya da diğer önemli alanlarda bozulmaya yol açmaktadır (Amerikan Psikiyatri Birliği (1994). Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı (DSMIV)). DSM-IV’de Eksen II’de tanımlanmış 10 kişilik bozukluğundan biri olan Antisosyal Kişilik Bozukluğu’na (AKB) ilişkin ilk kavramsallaştırmaların kökeni eski Yunan’a kadar dayanmaktadır. Tüm kişilik bozukluklarına karşılık olarak kullanılmış olan“psikopati”, AKB’nin en eski ve en bilinen kavramsallaştırılmasıdır.

Yüzyılın ilk yarısında Healy, Alexander ve Karpman gibi araştırmacılar (akt.Checkley, 1976) bozukluğun psikojenik kökenlerine ve tepkisel doğasına dikkati çekmişlerdir. Araştırmacılar bozukluğun altında bilinç dışı bir ceza görme isteğinin, duygusal yoksunluk ya da çarpıtmaların, ben-merkezciliğin, bağlanma problemlerinin ve “sorumluluk” kavramının yatıyor olabileceğini belirtmişler, olguyu bir nevroz olarak ele almışlar ve önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Psikopatik kişiliğin, Checkley (1976) tarafından yapılan tanımı bu kişilerin yüzeysel çekiciliklerine, güvenilmezliklerine, yargılamalarının zayıf oluşuna, sosyal sorumluluk, suçluluk, anksiyete ve vicdan azabı gibi duygulardan yoksun oluşlarına odaklanırken, bozukluğun “sosyopati” olarak adlandırılmasıyla olgunun psikolojik kökenlerinden çok sosyal kökenlerinden vurgulanmak istenmiştir. DSM-II ile beraber “antisosyal kişilik” kavramı kullanılmaya başlanmış, DSM-III ile birlikte ise bozukluğun suç davranışlarıyla ilgili özellikleri vurgulanmaya başlanmıştır. DSM-III’ ün AKB’nin suça ilişkin özelliklerine vurgu yapması sebebiyle bozukluğun sevme kapasitesinden yoksun olma, vicdan azabı ya da utanç duymama, deneyimlerden öğrenmeme gibi psikolojik boyutlarının ihmal edildiğine ilişkin eleştiriler sonrası DSM-III-R’ de “vicdan azabı duymama” olgusu vurgulanmış, DSM-IV ile beraber ise psikopatik kişilik özellikleri ve suç davranışlarının her ikisi de vurgulanmaya başlamıştır (akt. Sperry, 2003).
AKB’nin özelliklerine genel olarak bakıldığında, erken yaşta başlayan davranım bozukluğunun yetişkin yaşamda antisosyal davranışlara dönüşmüş olduğu görülmekte; bu kişilerin davranış kontrollerinin zayıf olduğu, vicdan ve empatiden yoksun oldukları, sorumsuz, manipülatif ve hilekar davrandıkları belirtilmektedir. Kendilerini büyük görmektedirler ve ben- merkezlidirler. Yüzeysel bir çekicilikleri vardır ancak uzun süreli kişisel vaatleri yerine getirememektedirler. Dürtüsel ve öfkelidirler .

Checkley’in (1976) psikopati tanımı şöyledir:
1. Yüzeysel bir cazibe ve iyi bir zeka.
2. Sanrı ya da gerçek dışı düşüncelerin yokluğu
3. Psikonevrotik belirtilerin yokluğu
4. Güvensizlik
5. Yalancılık, samimiyetsizlik
6. Vicdan azabı ve utancın olmaması
7. Yetersizlik
8. Deneyimlerden ders almama ve zayıf yargı
9. Patolojik düzeyde bencillik ve sevmede yetersizlik
10. Pek çok duygusal tepkide genel bir yoksunluk
11. İçgörü yokluğu
12. Kişilerarası ilişkilerde sorumsuzluk
13. Fantastik davranışlar (kimi zaman alkol ve madde kullanımı ile birlikte)
14. Nadir olarak ortaya çıkan intihar davranışı
15. Seçkisiz cinsel yaşam
16. Yaşam planı çizmede başarısızlık.

AKB’ nin Millon ve Everly (1985) tarafından ortaya konan davranışsal özeliklerine bakıldığında, bu kişilerin patolojinin şiddetine göre korkusuzluktan kişiyi tehlikeye sokan bir ataklığa uzanan davranışlarda bulundukları, genellikle dürtüsel, öfkeli ve sorumsuz davrandıkları, bu noktada diğerlerinin haklarını gözetmedikleri, sıklıkla risk alma davranışlarına girdikleri görülmektedir. Bu kişiler manipülatif ve hilekar davranırlar. Mali yükümlülüklerinin ya da işle ilgili yaptıkları anlaşmaların sorumluluğunu taşınmazlar.

Kişilerarası alanda yine patolojinin şiddetine göre karşıt olmadan çatışmaya girmeye kadar uzanan davranış örüntüleri sergiledikleri, diğerlerine güven duymadıkları ve bu noktada sadakat ya da vicdan azabı hissetmedikleri, kişilerarası ilişkilerinde yakınlığı devam ettirme ve sorumluluk alma alanlarında güçlük yaşadıkları, ilişkilerinde öfkeli oldukları ve yarışmacı davrandıkları belirtilmektedir. Tartışmacı, istismar edici, acımasız davranışlarda bulunmakta, “haklılıkları” konusunda ısrarcı olmaktadırlar.

AKB olan kişilerin kişilerarası alandaki güçlüklerinin bu kişilerin diğerlerine yönelik güvensizlikleri ve kontrol etme ihtiyaçlarından kaynaklandığı belirtilmektedir. Bahsedilen davranışların altında başkalarından zarar göreceklerine dair genel bir korku ve güvensizlik yatmaktadır.
Bilişsel anlamda, AKB olan bireylerin katı bilişsel örüntüler gösterdikleri, bilişlerinin tehdit edilme ve tetikte olma içerikli olduğu görülmektedir. Bu kişiler dış yüklemeler yapmakta, kendi öfkelerini diğerlerine yansıtmaktadırlar. Diğerleri cezalandırıcı olduğundan kendi davranışlarını bir savunma olarak görmektedirler. Bu kişilerin duygulanımlarının ise, kendilerini korumak adına yakınlık, hassasiyet, sıcaklık gibi “zayıf” duygulardan uzak olduğu ve öfke, kızgınlık, düşmanlık, kincilik gibi duygular etrafında örüldüğü görülmektedir. Başkalarının sevecen davranışlarından şüphe duymaktadırlar. Engellenmeye tahammülleri düşük olduğu için kolaylıkla sözel ya da fiziksel olarak saldırganlaşabilmektedirler. Kendilerini “güçlü” ve “gerçekçi” olarak algılamakta, başa çıkma mekanizması olarak ise eyleme vurma (acting out) ve mantıksallaştırmayı kullanmaktadırlar.
AKB olan kişiler yasalara uygun toplumsal davranış biçimlerine ayak uyduramamaktadırlar. Cinayet, kavgacılık, sahtecilik, hırsızlık, cinsel kötüye kullanım, alkol ve psikoaktif madde kötüye kullanımı, kumara düşkünlük, toplum içinde ve aile yaşamında sorumsuz davranış örnekleri gösterme gibi toplumsal normlara ve yasalara ters düşen, suç sayılan davranışlarda sıklıkla bulundukları ve genellikle davranışlarını telafi etmedikleri ya da düzeltmedikleri bilinmektedir.
DSM- IV tanı ölçütleri de bozukluğun ağırlıklı olarak dürtüsellik, saldırganlık ve suç davranışları yanını vurgulamaktadır. Bu davranışların yanı sıra gelecek için tasarılar yapmama, yaptıklarına kendince mantıklı açıklamalar getirme ile belirli vicdan azabı çekmeme yine DSM-IV’de yer alan özelliklerdir.

Dünya Sağlık Örgütü tarafından 1992 yılında yayınlanan ICD-10 (International Classification of Disease) çerçevesinde ise, AKB, başkalarının hissettiklerine karşı katı bir aldırmazlık, toplumsal değerler, kurallar ve zorunluluklara karşı inatçı bir tanımazlık ve sorumsuzluk, ilişki kurmada güçlük olmamasına karşın ilişkileri uzun sürdürememe, engellenme eşiğinin ve şiddeti içeren saldırganlığın dışa vurulmasında eşiğin çok düşük olması, suçluluk duymama ve deneyimlerden, özellikle cezadan yararlı ders almama ve başkalarını suçlamaya ve toplumla çatışan davranışlar için akla uygun gerekçeler bulmaya yatkınlık olarak tanımlanmıştır

Antisosyal Kişilik Bozukluğu’nun(AKB) Etiyolojisi
1.Psikolojik Faktörler
AKB’nin etiyolojisine ilişkin psikolojik etkenler psikodinamik ve psikoanalitik kuramlar, öğrenme kuramları ve bilişsel kuramlar tarafından ele alınmaktadır. Gerek psikoanalitik gerekse psikodinamik kuramlar, AKB’yi süperego gelişimindeki eksiklik ya da patolojiye bağlamaktadır. Psikanalitik kuramcılar antisosyal kişiliğin narsistik kişilikte olduğu gibi patolojik büyüklenmeci benlikten kaynaklandığını, özellikle AKB’de öfkeli içealımların söz konusu olduğunu öne sürmektedir. Buna göre ebeveynin çocuğa yönelik ihmali ya da istismarı sebebiyle çocuk düşman bir ebeveyn imgesini içselleştirmekte, ebeveyni güvenilmez ve düşmanca bulmaktadır. Bu durum sevgi gösteren bir anne nesnesinin yokluğuyla birleştiğinde temel güven duygusu oluşamamakta ve ayrışma–bireyleşme sürecinde bir saplanma meydana gelmektedir.
Bahsedilen süreç sebebiyle çocuk nesne devamlılığını da kazanamamaktadır Anne nesnesi düşman ve yabancı olarak görüldüğünden, çocuğun annesi ile kurması gereken bağlanma ilişkisi ve duygusal deneyimleri çözülmekte, bunun yerini diğerleriyle kurulan sadistik, yıkıcı ve kontrole dayanan ilişkiler almaktadır.

Kernberg (2000), “habis narsizm sendromu “ ya da “toplum karşıtı kişilik bozukluğu”olarak adlandırdığı AKB’yi bir yanıyla tipik bir narsistik kişilik bozukluğu olarak görmekte, bozukluğu patolojik nesne ilişikleri ve üst- ben patolojisi olarak ele almaktadır. Kernberg’e göre çocuklukta bakıcıyla sürekli bir ilişkinin yokluğu ya da örseleyici yaşantıların olması sebebiyle bu kişilerin üstbenlik gelişimlerinde eksiklik ya da patoloji ortaya çıkmaktadır.

2. Bilişsel Yaklaşımlar
Bozukluğa ilişkin bilişsel- davranışçı formülasyon, bu kişilerin bir takım kendine hizmet eden (self-serving) bir takım bilişsel çarpıtmalar yaptıklarını ortaya koymaktadır. Bunlar sırasıyla bahane bulma (bir şeyi istemenin ya da bir şeyden kaçınmak istemenin davranışı meşrulaştırdığı), düşünmenin inanç olması (düşünce ve duyguların her zaman doğru olduğuna inanmak), kişisel katılık (kişinin seçimlerinin her zaman iyi ve doğru olduğuna inanması), duyguların kanıt kabul edilmesi (davranışlarının doğru olduğunu hissetmekten dolayı haklı olduğunu düşünme), diğerlerinin kararları hakkındaki görüşlerinin önemsiz olduğunu düşünmesi ve düşük sonuç olasılığı (kişinin istenmeyen şeylerin olmayacağına ya da kendisini ilgilendirmeyeceğine inanması) bilişsel yaklaşımların ortaya koyduğu çarpıtmalardır.
Bilişsel- davranışçı yaklaşımlara göre kişinin aktarılan bilişlerinin altında kendine ve diğerlerine ilişkin inançları yatmaktadır. Bu kişiler kendilerini kendi yolunda giden (loner), güçlü ve özerk kişiler olarak algılamakta, dünyayı ise zalim, güç ve her an aldatılabilecekleri bir yer olarak görmektedirler. Diğerlerine ilişkin algıları ise diğerlerinin manipülatif, sömürücü, güçsüz ve dayanıksız oldukları şeklindedir. Bu yüzden AKB olan bireyler kendilerini kollamaları ve diğerlerinden daha atak olmaları gerektiğine, aksi halde diğerlerinin kendilerini manipüle edeceklerine inanmaktadırlar. (Beck ve Freeman, 1990).

Bir başka temel inançları, her zaman haklı olduklarına ilişkindir; bu yüzden davranışlarını sorgulama ihtiyacı duymazlar. Yine diğerlerine yönelik güvensizliklerinden dolayı, geçmiş, mevcut ya da geleceğe ilişkin davranışları konusunda tavsiye ya da rehberlik almazlar. Yalnızca şimdiki zamana odaklandıklarından davranışlarının gelecekteki sonuçlarını öngöremezler (Beck ve Freeman, 1990).

3.Öğrenme Yaklaşımları
Öğrenme yaklaşımı açısından bakıldığında, AKB olan bireylerin koşullu korku tepkilerini öğrenmedikleri, bu yüzden bu kişilerin korku ve korkunun azalmasına yönelik kaçınma tepkilerini öğrenmede güçlükler yaşadıkları görülmektedir . Ayrıca yaşamlarının erken dönemleri boyunca maruz kaldıkları örseleyici yaşantılar sebebiyle AKB olan bireyler saldırgan davranışlara edimsel olarak koşullanmış olabilirler. AKB olan kişilerin kötülük göreceklerine, diğerleri tarafından aldatılacaklarına ilişkin korkuları olduğu hatırlandığında, düşmanca, karşıt, manipülatif davranışlarının yukarıda bahsedilen olumsuz beklentilerin gerçekleşme olasılığını azaltmaya yönelik negatif pekiştireç işlevi olduğu ve böylelikle bozukluğun sürmesine hizmet ettiği öne sürülmüştür (Millon ve Everly, 1985).

4.Bağlanma Kuramı
Bağlanma kuramı pek çok psikopatolojinin açıklanmasında olduğu gibi AKB’ nin ele alınmasında da önemli yer tutmaktadır. Temel bakım veren bakıcıyla kurulan bağlanma yaşantısı, çocuğun gerek benlik ve diğerlerine ilişkin temsillerini, gerekse de bağlanmayla ilişkili düşünce ve davranış stratejilerini etkilemektedir. Bu noktada kayıp ya da istismar gibi olumsuz yaşantılar, çocuğun benlik ve diğerlerine ilişkin olumsuz temsiller geliştirmesine ya da çocuğu psikopatolojiye yatkınlaştıran bir takım düşünce ve davranış stratejileri geliştirmesine sebep olabilmektedir.
Bakıcılarla yaşanan uzun süreli ayrılıkların, babanın antisosyal ya da sapkın davranışlarının olması ya da annenin sıcaklıktan yoksun ve ihmal edici bakım vermesi gibi bağlanma ilişkisini bozucu yaşantıların AKB ile ilişkili olduğu bilinmektedir.
Zanarini (1989) tarafından yapılan bir çalışma, AKB olan bireylerin % 89’unun çocukluklarının bir döneminde bakıcılarıyla uzun süreli ayrılıklar yaşamış olduklarını, yine büyük bir çoğunun fiziksel istismar ya da katı disiplin uygulamalarına maruz kaldığını göstermektedir. Yapılan diğer araştırmalar da AKB olan bireylerin güvenli bir bağlanma yaşantısının kuramamış olduklarına işaret eden kayıtsız ya da korkulu bağlanma stillerine sahip olduklarını göstermektedir.

5. Psikososyal Faktörler
Psikososyal faktörler genel olarak değerlendirildiğinde, araştırma bulgularının AKB olan kişilerin daha çok düşük sosyoekonomik düzeyden ve kırsal kesimden olduklarına; kentlere ya da dış ülkelere göç ettikleri ve buralarda yapılaşmamış kenar mahallelerde güç koşullar altında yaşamış olduklarına; aile içi çatışmaların yaygın olduğu, alkolizme, kumara, suça yönelimli ve aşırı dayak atan ana-babanın bulunduğu düzensiz, parçalanmış, kaotik ailelerden geldiklerine; çocukluk ve ergenliklerinde cinsel ve fiziksel kötüye kullanım ve ihmale maruz kaldıklarına; bu kişilerde özellikle yaşamın ilk yıllarında ebeveyn kaybı/ebeveynden ayrılma ve duygusal yoksunluk öykülerinin olduğuna işaret ettiği görülmektedir (Türkçapar, 2002).

Ebeveyn tutumlarının psikososyal faktörler içinde oldukça önemli bir rolünün bulunduğu görülmektedir. Buna göre ebeveynlerin düşmanca tutumları, yetersiz rol modeli olmaları (evde otorite figürünün olmaması ya da ebeveynlerin çocuğa çok az rehberlik etmiş olmaları), tutarsız disiplin davranışları, istismar edici davranışlarda bulunmaları, çocuğun öfke davranışlarının pekiştirilmesi gibi etkenler biyolojik yatkınlıklarla etkileşerek bozukluğun gelişiminde önemli rol oynamaktadırlar (Patterson, 2002).

Etiyolojide rol oynayan, ebeveyn tutumlarına ilişkin bir başka faktör, ebeveynlerin genellikle antisosyal davranışların tersi olarak düşünülen “yeterliğin” (competence) kazanılması sürecindeki etkisiyle ilişkilidir. Kontrol, disiplin, yakınlık ve olumlu pekiştirme gibi ebeveynlik özelliklerinin yeterliğin kazanılmasına işaret eden akademik yetenek, iyi akran ilişkileri ve kendilik saygısı gibi değişkenlerle ilişkili olduğu anlaşılmıştır. Öte yandan, yukarıda aktarılan ebeveynlik stilleri, AKB olan bireylerin yeterliğini kazanmasını engeller niteliktedir.
Araştırma sonuçları, çocukluk döneminde yaşanan cinsel, duygusal ve fiziksel istismar ve ihmalin, pek çok bozuklukla beraber AKB’nin etiyolojisinde de rol oynayan en önemli faktörler olduğuna işaret etmektedir. Fiziksel ve duygusal istismarın zeka testlerinden daha düşük puan almayla, daha az empati kurmayla, bilişsel bozulmalarla (deficit), daha yüksek depresyonla ve gerek aile gerekse akranlarla ilişkilerde güçlükler yaşamayla ilişkili olduğu bilinmektedir. Ayrıca istismara uğramış çocukların akranlarına karşı çok daha agresif oldukları ve bir kısmının kurbanken “istismar eder hale geldikleri bildirilmektedir .

Genelde kişilik bozukluklarının, özelde ise AKB’nin etiyolojisine ilişkin açıklama getiren yaklaşımlar zamanla biyopsikososyal ve bütüncül bir çerçeveye yönelmişlerdir.
Bu yaklaşımların bozukluğa nesne ilişkileri ve bağlanma kuramlarıyla bütünleşen, kişilerarası ilişkilere yönelik açıklamaları da kapsayan bir bakış açısıyla yaklaştıkları ve bilişsel-kişilerarası bir formülasyon yaptıkları görülmektedir .

Uzm. Psikolog Reyhan Nuray Duman
Bütüncül Psikoloji
Danışmanlık ve Eğitim Merkezi


Kaynakça
Beck, A. T., & Freeman, A. (1990). Cognitive therapy of personality disorders. New
York: Guildpress.
Checkley, H. (1976). The mask of sanity (5th ed). Saint Louis: The C. V: Mosby
Company.
Kernberg, O. (2000). Sapıklıklarda ve kişilik bozukluklarında saldırganlık. İstanbul:
Metis.
Millon, T., & Everly, G. S. (1985). Personality and its disorders: A biosocial learning
approach. New York: John Wiley, & Sons.
Patterson, G. R. (2002). The early development of coercive family process. (In
Antisocial behaviour in children and adolescence: A developmental analysis
and model for intervention; J B. Reid, G. B. Patterson and J. Synder, Eds.)
Washington: APA.
Sperry, L. (2003). Handbook of diagnosis and treatment of DSM-IV-TR Personality
Disorders. New York: Brunner-Routledge.
Türkçapar, M. H. (2002). Antisosyal kişilik bozukluğunda suç ve şiddet eylemlerine göre
sosyal ve psikolojik özellikler. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Ankara

Üniversitesi, Ankara.

17 Ağustos 2016 Çarşamba



 ROMANTİK KISKANÇLIK



Romantik kıskançlık ve romantik aşk arasında korelasyon ortaya koyan çalışmalarla tutarlı şekilde, romantik kıskançlık, sıklıkla ilgi ve aşkın bir işareti olarak yorumlanmakta, aşk gibi romantik ilişkinin altında yatan bir çeşit taahhüt olarak görülmekte ve kıskançlığı tetikleyen faktörlerin temelinin aşkın da temelindeki özellikler olması sebebiyle aşkın gölgesi olarak kabul edilmektedir.
Ancak diğer yandan kıskançlık, yaşanış düzeyine bağlı olarak ciddi ilişki sorunlarının ortaya çıkışına zemin hazırlıyor ve ironik bir şekilde aslında korumaya çalıştığı ilişkiye ve aşka zarar veriyor görünmektedir.



1. Romantik Kıskançlık Tanımı
Romantik kıskançlık kavramı farklı kişilere farklı anlamlar, açıklamalar, tanımlamalar ve çeşitli imgeler çağrıştırmaktadır Bu kavram birçok araştırmacı tarafından tanımlanmış ve bu farklı tanımlamaların gerçek ya da algılanan bir kayıp ihtimali ile bir rakibin varlığı konusunda hem fikir olduğu görülmektedir.
Yapılan bu farklı kavramsallaştırmalar çerçevesinde romantik kıskançlık, önemsenen bir ilişkinin bitmesine ya da yapısının zarar görmesine neden olabilecek gerçek ya da algılanan bir tehdit karşısında verilen olumsuz karmaşık tepki olarak tanımlanabilir.
Romantik kıskançlık, ikili ilişki dışında yer alan üçüncü bir kişiyle rekabeti içermektedir ve bazı konularda tercih edilen olma arzusuna karşın, bir başkasının daha fazla tercih edildiği şüphesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Ancak burada bahsedilen rekabet daha yüksek ya da daha düşük statüye ilişkin sosyal mukayese anlamına gelmemektedir; buradaki rekabetin kişinin sahip olduğu bir şeyi bir başkasının elde etmesi ihtimaline dayanan bireysel bir rekabet var olduğu varsayılmaktadır.

2. Romantik Kıskançlığın Tetikleyicileri
Romantik kıskançlık; düşünsel, duygusal ve davranışsal olarak normal boyutta olandan patojenik boyutta olana doğru yoğunluk, devamlılık ve içgörü açısından farklılaşan bir yelpazeye sahiptir (Kingham ve Gordon, 2004).
 Romantik kıskançlık, belli bir yatkınlık ile belirli bir başlatıcı olay arasındaki etkileşimin sonucudur ve tetikleyici bir olay yaşanmadığı sürece kıskançlığa yatkınlık kendini göstermeyebilir .Romantik kıskançlık bileşenlerinin ve yoğunluğunun her bireyde değişiklik göstermesi gibi romantik kıskançlığı başlatan olayın düzeyi de kişiden kişiye farklılaşmaktadır. Kıskançlığa yatkınlığı olağandışı boyutta yüksek olan kişiler için yanından geçen etkileyici bir yabancıya atılan bakış kışkançlığı başlatan olayken, çoğu insan için kıskançlığı başlatan olay, eşin gayrimeşru ilişkisinin var olduğunun öğrenilmesi gibi daha ciddi bir durum olmaktadır. Diğer yandan kıskançlığa yatkınlığı düşük olan kişiler için ise çok az olay kıskançlık tepkilerini aktive etmektedir .
Çalışmalar son yıllarda kullanımı giderek artan sosyal paylaşım sitelerinin de kıskançlığı tetikleyen faktörler arasında yer aldığını göstermektedir .
Romantik kıskançlığa yatkınlık, yaşanılan kültürden, ailesel yapıdan, aile diziliminden, yakın ilişkilerdeki bireysel deneyimlerden etkilenmektedir.
Kişinin sahip olduğu bu özelliklere ek olarak romantik kıskançlıkta, rakip kişinin bireysel özellikleri de rol oynamaktadır. Burada rakibin sahip olduğu özelliklerin önemi, bu özelliklerin kıskançlık yaşayan taraf için arzulanır olup olmamasına değil, eş tarafından ne ölçüde arzulanır olduğuna dair inanışa bağlıdır; yani rakip kişi eş ile uyumlu olduğu oranda tehdidi arttırmaktadır.
Sheets, Fredendall ve Claypool (1997) romantik kıskançlığı tetikleyen faktörleri dört grupta toplamışlardır. Buna göre kişiler, eşleri bir başka kişiye ilgi gösterdiğinde, bir başkası eşlerine ilgi gösterdiğinde, eşleri geçmişte ilişki yaşadığı birisi ile iletişim kurduğunda ve eşin muğlak davranışları karşısında kıskançlık yaşamaktadırlar. Bu sınıflandırmaya göre romantik kıskançlığın tetikleyicileri kavramın tanımı ile paralel olarak eşin kaybedilmesine yönelik endişe ve korku temelinde ortaya çıkıyor görünmektedir. Bu düşünceyi destekler şekilde Ze-ev (1990) de bir duygu kümesini içeren romantik kıskançlığın üç temel bileşenininden birinin eşi bir başkasına kaptırma korkusu olduğunu belirtmiştir. Kıskançlık durumunda yaşanan korkunun kaynağı kişinin tercih edilen pozisyonunu bir başkasına kaptırma ve yetersiz duruma düşme olasılığıdır ve başka birinin daha fazla tercih edildiği hissi kıskançlığın acı verici doğasına katkıda bulunmaktadır .
Kimi zaman da kişiler eşlerini niyetli bir şekilde kıskandırma girişiminde bulunmaktadırlar. Sheets ve arkadaşları (1997) tarafından yapılan çalışmada katılımcıların yaklaşık %75'i eşlerini kimi zaman kıskandırma girişiminde bulunduklarını söylemişlerdir. Fleischmann, Spitzberg, Andersen ve Roesch (2005) eşlerin karşı tarafı kıskandırmak için izledikleri girişimleri arkadaşlarla eşi ayrı tutma, arkadaşlarla eşin dahil edilmediği planlar yapma gibi davranışları içeren “ilişkisel mesafe koyma”; kendine başkası göndermiş gibi çiçek gönderme, eşin bulması için sahte numaralarla kendini arama gibi eylemleri kapsayan “görünürde flörtleşme” ve geçmiş ilişkiler, diğerleri ve onların şimdiki ilişkileri hakkında konuşma gibi davranışları barındıran “ilişkisel alternatifler” olarak sıralamışlardır. Bu girişimler ilişkilerinde yetersiz hisseden kişilerin kendilerine olan saygı ve güvenlerini arttırma, ilişkide güç dengesini değiştirme ve kontrol sağlama, intikam alma ya da eşlerine hala arzulanır olduklarına dair mesaj verme (Buunk ve Dijkstra, 2006) gibi amaçlara hizmet etmektedir.

3. Romantik Kıskançlığın Etkileri
Romantik kıskançlık ortaya çıkış şekline ve yaşanması durumunda nasıl başa çıkıldığına bağlı olarak olumlu ya da olumsuz olarak nitelendirilebilir. Örneğin, kıskançlık kimi zaman kişileri, ilişkilerini tehdit eden durumlara karşı ilişkilerine sahip çıkmak adına harekete geçirebilmektedir. Romantik kıskançlığı tepkisel, sahiplenici ve kaygılı olmak üzere sağlıklı olandan sorun yaratıcı olana doğru sıralanan üç grupta ele almışlar ve aşk ile ilginin bir simgesi olarak yorumlanabilecek tepkisel kıskançlığın olumlu bir ilişki olgusu olarak kabul edilebileceğini öne sürmüşlerdir. Kıskançlık çeşitlerinin ilişki yakınlığına etkileri üzerinden değerlendirildiği bir çalışmada da (Attridge, 2013) araştırma bulguları ışığında tepkisel kıskançlık iyi, sahiplenici kıskançlık ise kötü olarak nitelendirilmiş ve tepkisel kıskançlığın ilişki yakınlığı ile doğru orantılı olduğu bulunmuştur. Ancak romantik kıskançlık her zaman ilişki üzerinde olumlu etkiler bırakacak düzeyde yaşanmamaktadır. Kıskançlığın sağlıksız bir boyutta yaşandığında ilişkideki olumsuz faktörlerle doğru orantılı olduğu (Buunk ve Dijkstra, 2006) ve evlilik sorunları ile boşanma nedenleri arasında önemli bir yere sahip olduğu inkâr edilemez.
Romantik kıskançlık, ister gerçek ister algılanan bir kayıp tehdidine verilmiş tepki olsun, ortaya çıkışının ardından bilişsel boyutta ilişkiye zarar vermekte ve özgüvende hasara yol açmaktadır  Özellikle sanrısal yapıda yaşanan kıskançlık ilişki doyumsuzluğuna zemin hazırlıyor görünmektedir (Barelds ve Dijkstra, 2007).
Romantik kıskançlık genellikle kişilerde acı, korku, öfke, üzüntü, haset, keder, küçük düşme, hiddet, nefret, tedirginlik, kendini suçlama, utanç, mahçubiyet, hayal kırıklığı,güvensizlik, kendine acıma, çaresizlik, rakiple kendini kıyaslama, tahihsizlik hissi gibi birçok olumsuz duyguyu uyandırmaktadır
White and Mullen (1989) romantik kıskançlıkla bağlantılı altı temel -aynı zamanda genel olarak olumsuz kabul edilebilecek- duygudan bahsetmiştir. Bu duygular; nefret, iğrenme, kızgınlık, hiddet gibi duyguları içeren “öfke”; kaygı, endişe ve üzüntüyü barındıran “korku”; depresyon ve çaresizliği kapsayan “keder”; kırgınlık ve çekememezliği içeren “haset”; şehvet ve arzuyu barındıran “cinsel uyarım”; pişmanlık ve utanma gibi duyguların yer aldığı “suçluluk”olarak sıralanmıştır.
White ve Mullen'ın (1982) kuramını test etmeye yönelik bir çalışmada kıskançlığın yarattığı olumsuz duyguların ne denli ağır olduğu ortaya konmuştur. Çalışmanın sonuçlarında, sevilen kişiyi bir rakibe kaptırma durumunda yaşanan yalnızlık ve  özgüven kaybı, diğer durumlardaki kayıplarla (trafik kazası, iş sebebiyle başkaol bir yere taşınma, terkedilme ve başa birinin tercih edilmesi) kıyaslanmış ve bir rakibe bağlı kayıp durumunda yaşanan özgüven kaybının ve öfkenin diğer durumlarla kıyaslandığında en yüksek olduğu ortaya konmuştur (Mathes ve ark., 1985).
Bu bilişsel ve duygusal sonuçların yanı sıra, romantik kıskançlığın olumsuz etkileri kimi zaman kendini davranışsal alanda göstermekte ve kişilerin normalde yapmayacakları davranışları sergilemelerine neden olmaktadır (Carson ve Cupach, 2000). Örneğin, bazı kişiler için yoğun kıskançlık duyguları, eşe yönelik istismar edici ve şiddet içeren davranışlara yol açmakta  hatta intihar ya da cinayet ile sonuçlanmaktadır (Milroy, 1995; Block ve Block, 2012).
Son olarak, romantik kıskançlık çiftlerin cinsel yaşamı üzerinde de olumsuz etkiler yaratmakta ve çiftler arasındaki uyumsuzluk, cinsel işlev bozukluklukları gibi sorunların ortaya çıkışında rol oynamaktadır .

4. Romantik Kıskançlık Durumunda Verilen Tepkiler
Kıskançlık durumunda belirli bilişsel değerlendirmeler yapılmakta, bu bilişsel değerlendirmelere aynı zamanda çeşitli duygusal tepkiler eşlik etmektedir  ancak kıskançlığın sadece içsel bir yaşantı olduğu nadirdir. Kıskançlık, belli duyguları, belli bilişleri, belli fiziksel belirtileri içeren içsel bileşenlerin yanında, içsel olanlara göre dışarıdan daha açık görülen, eylemlerle ve kişilerarası iletişimle ifade edilen dışsal bileşenleri de içermektedir .
Kıskançlığa verilen tepkilerin ele alınışı, kıskançlığın normal/patolojik ya da olumlu/olumsuz olarak nitelendirilmesi, tepkilerin yoğunluğuna ve kişilerin durumla nasıl başa çıktığına bağlı olduğundan önemlidir (Carson ve Cupach, 2000).
White ve Mullen'a (1989) göre kişiler kıskançlığı tetikleyici bir uyaranla karşılaştıklarında üç aşamalı bilişsel bir ön değerlendirme sürecinden geçmektedirler; buna göre kişiler bir rakip ilişkinin var olma potansiyelinin olup olmadığını değerlendirmekte, rakip ilişkisinin gerçekten var olup olmadığını belirlemeye ve rakibin yaratacağı tehdidin boyutunu tahmin etmeye çalışmaktadırlar (akt Guerrero, 1998).
Guerrero, Andersen, Peter, Spitzberg, ve Eloy, (1995), kıskançlığın ifade edilişiyle bağlantılı on bir iletişimsel tepkiden bahsetmişlerdir. İlk altısı iletişim kurmaya ya da iletişimi engellemeye yönelik çabalardan oluşan tepkiler şu şekilde sıralanmıştır: engellenmişlik, üzüntü ya da öfke gibi kıskançlıkla ilişkili duyguların sözel olmayan ifadesinden oluşan “olumsuz duygulanımın ifade edilmesi”; duyguları ve endişeleri açığa vurma gibi sorun çözme girişimlerini içeren “bütünleştirici iletişim”; bütünleştirici iletişimin tersine eşe bağırma ya da kaba davranma gibi davranışları içeren “dağıtıcı iletişim”; konuşmayı kapatma ya da kıskanç duyguların inkarı gibi davranışları kapsayan “kaçınma/inkar”; eşe soğuk veya kötü bakma ya da olay yerini öfkeyle terketme, eşi görmezden gelme gibi doğrudan olmayan fakat yine de saldırgan davranışları içeren “aktif mesafe koyma”; tehdit etmeyi ya da gerçek anlamda fiziksel şiddet uygulamayı içeren “şiddetli iletişim/tehdit”. Geriye kalan kıskançlığın ifade ediliş şekilleri ise sıklıkla eşi hedeflese de her zaman kıskanan ve kıskanılan kişi arasında doğrudan bir iletişimi içermemektedir. Bu iletişim şekilleri şu biçimde sınıflandırılmıştır: eşi gizlice gözetlemeyi, nerede olduğunu kontrol etmeyi içeren “gözleme/izleme davranışı”; eşe çiçek yollama, kendisini daha çekici hale getirmeye çalışma gibi ilişkiyi geliştirme için tasarlanmış eylemlerden oluşan “telafi edici yenileme stratejileri”; eşin duygusunu manipule etmeye yönelik eylemleri kapsayan “manipulatif girişimler”; rakiple iletişimi ve kişiyi eşden uzak durması için mümkün olduğunca uyarmayı içeren “rakiple irtibat”; kıskançlığa karşılık olarak kapıları çarpma ve nesneleri fırlatma gibi davranışların sergilendiği “şiddet davranışı”.
 Feischmann ve arkadaşları (2005) da kıskançlık durumunda verilen tepkileri nesneleri fırlatma, itme, vurma, duvarı yumruklama, gözetleme, tehdit etme, hakaret etme, kapıyı çarpma gibi davranışları içeren “saldırganlık”; daha az sevgi gösterme, sözel iletişim kurmama, kaba davranma, iğneleme, küçümseyen yorumlar yapma, başkaları ile ilgilenme, etkilenmemiş gibi görünme gibi davranışlardan oluşan “geri çekilme” ve mükemmel olmaya çalışma, daha fazla ilgi gösterme, daha fazla vakit geçirme gibi davranışları kapsayan “ilişkisel telafi girişimi” olarak sıralamışlardır. Bu gibi iletişimsel cevapların kullanımının kişiden kişiye gösterdiği farklılıkta bağlanma stillerinin etkili olabileceği düşünülmektedir. Çünkü bağlanma stilleri altında yatan zihinsel modeller, duyguların deneyimlenmesini ve ifade edilmesini düzenlemektedir ve diğerlerine yaklaşma ya da diğerlerinden kaçınma yönelimleri üzerinde etkili olmaktadır (Bowlby, 1969). Ayrılmaya ve kaybetme tehdidine verilen tepkiler, romantik ilişki dinamiğinin bağlanma ile doğrudan ilgili özellikleri arasında yer almaktadır.
Ayrılma ve kayıp tehdidi çeşitli faktörlerin sonucu olabilse de, kıskançlığın temelinde yer alan bir başka kişi için terkedilme ihtimali bu tehdidin yaygın sebeplerden biridir . Kıskançığın deneyimlenmesi ve ifade edilmesi ile bağlanma stili kategorilerinin ve boyutlarının bağlantılı olduğunu düşünmek için bir çok neden vardır. Ayrılma tehdidinin ve ilişkisel değişimin var olduğu özel bir durum olarak kavramsallaştırılabilecek olan kıskançlık bağlanma sistemini aktive eden üzüntü veren ve endişeye yol açan bir durum yaratmaktadır. Olası ayrılıktan ya da ilişkiyi sürdürme motivasyonundan veya isteksizliğinden kaynaklanan bu düşünce ya da duygularla başa çıkabilmek için de kişilerin bağlanma sistemi harekete geçmektedir (Guerrero, 1998).
Romantik kıskançlık durumunda verilen tepkiler, amaca yönelik olarak da değişiklik göstermektedir. Buna göre kıskançlık yaşayan kişinin tepkileri; ilişkiyi devam ettirme, özgüveni sürdürme, eşin kendisiyle ve rakiple olan ilişkisine dair muğlaklığı ortadan kaldırma, ilişkiyi tekrar gözden geçirme, intikam aracılığıyla eşitlik sağlama gibi amaçlara ve duyguların yoğunluğuna bağlı olarak farklılaşmaktadır.

5. Romantik Kıskançlık ile İlgili Çalışmalar
Romantik kıskançlığın ortaya çıkışında etkili olan belirli bilişsel süreçlerin bulunduğu düşünülse de ulaşılabilen çalışmalar arasında romantik kıskançlığın bilişsel süreçlerle ilişkisini erken dönem şemalarla ilişkilendirerek inceleyen çalışma sayısı oldukça kısıtlıdır. Romantik kıskançlık ile erken dönem yaşantılar arasındaki ilişkiye yönelik çalışmaların çoğunlukla bağlanma kuramı üzerinden yapıldığı görülmektedir
White ve Mullen (1989) bazı ilişkilerde sıkça yaşanan romantik kıskançlığın kimi ilişkiler için yabancı olmasını, bağlanma temelinde açıklamışlar ve bağlanma stillerinin altında yatan zihinsel modeller kişilerin duygusal ifadeleri ve kişilerarası iletişimleri ile ilişkili olduğundan, kişilerde kıskançlığın varlığının ve ifade ediliş tarzının bağlanma stillerine göre değişiklik gösterdiğini öne sürmüşlerdir (akt. Guerrero, 1998).
Bununla paralel olarak Sharpsteen ve Kirkpatrick (1995) bağlanma ve kıskançlığın en az dört ortak özelliği olduğunu vurgulamışlardır. Buna göre bağlanma ve romantik kıskançlık, ilişkiyi sürdüren bir süreç olarak kavramlaştırılabilir; sevilen birinden gerçek ya da olası bir ayrılma tarafından başlatılır; öfke, korku, üzüntü gibi duyguları içeren benzer duygusal deneyimleri içerir; ve son olarak da kendiliğin ve ilişkilerin zihinsel modeli tarafından düzenlenir.
İlgili çalışmaların sonuçlarına bakıldığında genel olarak romantik kıskançlık ve bağlanma arasında bir ilişkinin varolduğu ortaya konmuştur. Romantik aşkı bağlanma kuramı çerçevesinde kavramsallaştırdıkları çalışmalarında, kaygılı/kararsız bağlanma stiline sahip bireylerin güvenli ya da kaçıngan bağlanma stiline sahip olan bireylere göre romantik ilişkilerde daha fazla kıskançlık sergilediği sonucuna ulaşmışlardır. Bu çalışma sonucuyla tutarlı olarak Buunk (1997) kaygılı/kararsız bağlanma stiline sahip olan kişilerin tüm kıskançlık türlerinde -tepkisel, önleyici ve kaygılı kıskançlık- en kıskanç grup olduğunu ve bu grubu kaçıngan bağlanma stiline sahip olanların izlediğini bulgulamıştır.
 Knobloch, Solomon ve Cruz'un (2001) çalışmasında da romantik kıskançlık deneyiminin kaygılı bağlanma ile ilişkili olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Benzer şekilde Marazziti (2010) de, bağlanma ve kıskançlığın alt boyutları arasındaki ilişkiyi incelemiş ve kaygılı bağlanma stilinin kıskançlığın tüm alt boyutları ile ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. Aynı çalışmanın sonuçlarına göre kaçıngan bağlanma stili kıskançlığın özgüven, kaybetme korkusu ve şüphe boyutları ile anlamlı düzeyde pozitif bir ilişki içerisindedir. Saplantılı bağlanma stiline sahip olanlar güvenli bağlanma stiline sahip olanlarla kıyaslandığında, kıskançlığın obsesyon, kaybetme korkusu ve kişilerarası hassasiyet boyutlarından daha yüksek puan almışlardır. Bir başka çalışmada da bağlanma kategorileri ve boyutlarının romantik kıskançlık deneyimi üzerinde etkili olduğu ve kendiliğe dair daha olumsuz bir zihinsel modele sahip kişilerin kıskançlığa daha yatkın olduğu sonucu elde edilmiştir. Çalışmalar bağlanma stillerinin, kıskançlığı tetikleyen faktörler üzerinde de etkili olduğunu göstermektedir.
Rydell ve Bringle (2007) bağlanma ve bireylerde tepkisel ve şüpheci kıskançlığın farklılaşmasını araştırmış ve daha şüpheci kışkançlık sergileyen kişilerin daha fazla güvensizliğe ve kaygılı ya da kaçınmacı bağlanmaya sahip olduğunu ortaya koymuşlardır.

Uzm. Psikolog Reyhan Nuray Duman
Bütüncül Psikoloji Danışmanlık ve Eğitim Merkezi




KAYNAKÇA
       Barelds, D. P. H., & Dijkstra, P. B. (2007). Relations between different types of jealousy and self and partner perceptions of relationship quality. Clinical Psychology and Psychotherapy, 14 (3), 176-188.
      Buunk, B.P., & Dijkstra, P. (2006). Temptations and threat:Extradyadic relationships and jealousy. In A.L. Vangelisti,& D. Perlman (Eds), The Cambridge handbook of personalrelationships içinde (s. 533–556). New York: CambridgeUniversity Press.
      Guerrero L. K. (1998). Attachment-style differences in the experience and expression of romantic jealousy. Personal Relationships, 5 (3), 273-291. Kingham, M., & Gordon, H. (2004). Aspects of morbid jealousy. Advances in Psychiatric Treatment, 10, 207-215.
      Mathes, E. W., Adams, H. E., & Davies, R. M. (1985). Jealousy: Loss of relationshiprewards, loss of self-esteem, depression, anxiety, and anger. Journal of Personality and Social Psychology, 48 (6), 1552-1561.

      Sheets, V. L.,Fredendall, L. L., & Claypool, H. M. (1997) Jealousy evocation, partner reassurance, and relationship stability: An exploration of the potential benefits of jealousy. Evolution and Human Behaviour, 18 (6), 387-402.