13 Haziran 2017 Salı

EMDR ile ACI ANILARI SİLMEK




Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme (EMDR)
İnsanların çoğu güncel yaşadığı sorunlarla ilgili terapi desteği almak ister. Çocukken ailem benimle ilgilenmedi diyerek terapiye kimse başvurmaz. Şimdiki zamanda şu sorunu yaşıyorum diyerek gelirler. Çoğu insan kötü yaşantıların olduğu bir çocukluk geçirmesine rağmen bugünkü sorunların geçmişte yaşadıkları ile ilgisiz olduğuna inanmak ister. Geçmiş sadece bir öğrenme deneyimi olarak görülür. Genel olarak düşünülen geçmişte bir şeyler oldu ben belli bir şekilde hissetmeyi ve davranmayı öğrendim. Ama bu yıllar önceydi. Şimdi onlarla mücadele etmeyi biliyorum artık daha olgunum o halde bu anılar neden peşimi bırakmıyor? Bir Travma yaşandığında kişi bu anıyı o günkü duygusal kapasitesi ile kaydeder. Fizyolojik olarak depolanmış yaşantı olayın gerçekleştiği zaman dilimindeki duygu ve beden duyumu ile işlenmemiş bir şekilde kaydedilir. Bu anılar işlenmediği diğer anılar gibi hazmedilmediği için o anıyı tetikleyici bir durum ile karşılaşıldığında olumsuz duygu ve düşünceler üremeye devam eder. Burada genetik yapının da önemini vurgulamak gerekir. Genetik bir yük nedeniyle beynimizin işlev görme şekli bizi farklı olayların etkilerine karşı daha az veya daha çok duyarlı yapabilir. Bu nedenle aynı travmayı yaşan bir kişi travma sonrası stres bozukluğu geliştirirken diğeri geliştirmeyebilir. Çocukluğun büyük bir önem taşımasının yanında her şeyin kaynağını çocukluk anıları olarak görmek de yanlış olduğunu belirtmek gerekir. Araştırmalar eski olayların sonradan yaşanan olaylar karşısında kişiyi korunmasız hale getirebildiğini göstermekle birlikte, bazen yeni bir durum örneğin yetişkin bir yaşta yaşanan bir savaş insanın yaşam dengesini bozup TSSB geliştirebilmesine neden olabilmektedir.

EMDR hangi rahatsızlıkların tedavisinde kullanılabir ?
Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden işleme (EMDR), kaza, savaş stresi, taciz, doğal afetler veya çocukluk döneminde yaşanan üzücü olaylar gibi rahatsız edici yasam deneyimlerinin neden olduğu duygusal sorunların yanı sıra, fobi, performans kaygısı, panik bozukluk, beden algısının bozukluğu, çocuklarda travma belirtileri, yas, kronik ağrı ve başka sorunların tedavisinde kullanılan psikolojik bir yöntemdir. EMDR, psikodinamik, bilişsel, davranışsal ve danışan merkezli yaklaşımlar gibi çok iyi bilinen farklı yaklaşımların öğelerini bir araya getirmektedir (Shapiro.2001).

EMDR terapisinin sonunda ne olur?
EMDR’de danışanın yaşama daha iyi uyum sağlamasını, olumlu başa çıkma yöntemleri geliştirmesini, kendisi ve dış dünya hakkında daha olumlu başa çıkma yöntemleri geliştirebilmesini, daha sağlıklı sosyal ilişkiler kurabilmesini sağlamaktadır. Terapi sonucunda davranış değişikliklerine neden olur. Yoğun sıkıntı ile başlayan danışanların çoğu ilk seanstan itibaren sıkıntılarının azalmaya başladığını, kendilerine rahatsızlık veren görüntülerin silinmeye başladığını, beden duyumlarının rahatladığını ve olumsuz duygulanımların azalmaya başladığını belirtirler. Sıkıntı yaratan durum eskisi kadar rahatsızlık vermemeye başlar. Kişi için travmatik yaşantının anlamı değişmeye başlar. EMDR ile hızlı ve şaşırtıcı bir değişim yaşanır. Travma sonrası stres bozukluğu disosiyatif bozukluklar ile benzerliği bir anksiyete bozukluğu değil bir disosiyatif bozukluk olduğu günümüzde tartışılmaktadır. Travma çalışmak disosiyasyon savunma mekanizması nedeniyle  zordur. Travmatik anının hatırlanması yoğun sıkıntı verir bu nedenle travmatik anının hatırlanmasından kaçınılır ve üstü örtülür. İfade bulamayan bu rahatsızlık veren yaşantılar kişiye olumsuz duygular, beden duyumları, olumsuz inançlar yaşatır.


EMDR kim tarafından nasıl bulunmuştur?
EMDR, patolojinin, uygun olmayan bir şekilde yerleşmiş algılamalardan ortaya çıktığını varsayan bilgi isleme modeline dayanan, sekiz aşamalı bir yaklaşımdır. EMDR tedavisi, rahatsız edici olaylara ulaşılmasını, islemesini hızlandırmak ve öğrenme sürecini iyileştirmek için hafızanın algısal ögelerine (duygusal, bilişsel ve bedensel) odaklanmaktadır (Shapiro, Maxfield. 2002). Francine Shapiro, 1987 yılında tesadüfen kendisini rahatsız eden ve üzen bazı düşüncelerinin birdenbire yok olduğunu fark etmiş, o rahatsız edici düşüncelerini yeniden aklına getirdiğinde de bu düşüncelerin kendisini önceki kadar üzmediğini görmüştür. Bunun nasıl gerçekleştiğini anlamaya odaklanıp, rahatsız edici düşünceleri aklına getirdiğinde, gözlerinin kendiliğinden ve hızlı bir şekilde, yukarı ve aşağı doğru verev olarak hareket etmeye başladığını fark etmiştir. Düşünceler yeniden yok olmuştur ve o düşüncelerin olumsuz yükleri de azalmıştır. Bu noktada farklı rahatsız edici düşünce ve anılar üzerine yoğunlaşırken göz hareketleri yapmaya başlayan Shapiro, bu düşüncelerin de yok olduğunu ve ağırlıklarını kaybettiklerini görmüştür. Sonraki altı ay boyunca 70’ın üzerinde kişiyle yaptığı çalışmalarla, standart bir işlem geliştirerek bunu Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma (EMD) olarak adlandırmıştır. 1990’da 36 klinisyene 2 günlük bir eğitim vermiştir. Bu eğitimi alan kliniksellerden gelen yüzlerce vaka raporunun değerlendirilmesi sonrasında, rahatsız edici anıların uyumsal biçimde islenmesi için, anıların ve kişisel yüklemelerin es zamanlı biçimde duyarsızlaştırılmasının ve bilişsel yeniden yapılandırılmasının önemini fark etmiştir. Bu noktada yöntemini Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden işleme (EMDR) biçiminde yeniden adlandırmıştır (Shapiro, 1995). Böylece EMDR özgün bir terapotik yöntem ve temel psikolojik yaklaşımların önemli unsurlarını içeren bütünleşmiş bir sağaltım yaklaşımı olarak karsımıza çıkmıştır.

EMDR kimler tarafından uygulabilir?
EMDR günümüzde travmalar haricinde anksiyete bozuklukları, fobiler, depresyon, OKB, psikosomatik rahatsızlıklar gibi farklı birçok psikolojik rahatsızlığın tedavisinde kullanılmaktadır. EMDR’ nin etkinliği üzerine farklı rahatsızlıklarda olmak üzere birçok araştırma yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir. EMDR etkinliği kanıtlanmış kanıta dayalı bir psikoterapi yaklaşımıdır. EMDR alanında eğitim alan psikoterapistler tarafından uygulanır.

Uzm. Psikolog Reyhan Nuray Duman
                                                                                                            Bütüncül Psikoloji


4 Ocak 2017 Çarşamba


Davranım Bozukluğu

Davranım bozukluğunun temel özellikleri başkalarının temel haklarına saldırıldığı ya da yaşa uygun başlıca toplumsal değerlerin ya da kuralların hiçe sayıldığı, yineleyici bir biçimde ve sürekli olarak görülen bir davranış örüntüsüdür. Davranışlardaki bu bozukluklar klinik olarak önemli derecede toplumsal, okuldaki ve mesleki işlevsellikte aksaklıklara neden olur. Düşük engellenme eşiği, irritabilite ve öfke atakları sergilerler. Tanı için gereken en az 12 ay boyunca sayısı, şiddeti ve ısrarcılığıyla durumu tanımlayan bir dizi davranış bulunması gereklidir. Bu davranışlar bazı gençler için suç iddiasıyla sonuçlansa da , davranım bozukluğu ‘’kanuna aykırı davranış ‘’ terimiyle karıştırılmamalıdır.
Davranım bozukluğu psikiyatri kurumlarında; gerek yatılı kurumlara, gerekse polikliniklere başvuran çocuklarda en sık tanısı konan bozukluklardan biridir. Bu oran %30- 50 arasında değişmektedir. Çocuk ve ergenlerde psikiyatrik değerlendirmenin en sık nedenidir.DSM’deki güncel kategori karşıt olma ve davranım bozukluğu tanılarını içermektedir. Günümüzde antisosyal davranışlarla karakterize ruhsal bozuklukların doğruluğu bile sorgulanmaktadır. Genel kabul davranışın sosyal çevreye bir tepki ya da altta yatan başka bir ruhsal sorunun göstergesi olarak ortaya çıktığında tanı konulmasını reddetmektedir. Ayrıca bu bozuklukların temel olarak kişisel özelliklerden mi yoksa çevresel koşullardan mı kaynaklandığı da ilgi konusudur. Bu bozuklukların görülme riskini arttıran ve içinde genetik ve sosyal özellikleri de barındıran sayısız etmen belirlenmiştir. Egemen olan bakış, bu bozuklukların birçok etmenden kaynaklandığı ve savunmasız bireylerin çevre ile olan kritik etkileşimlerini betimlediği şeklindedir. Çalışmalar yıkıcı davranışların antisosyal kişilik bozukluğu olan yetişkinlerin değişmez özelliği olduğunu göstermiştir. Bunun aksine, yıkıcı davranışları olan pek çok genç bu davranışları yetişkinlikte sergilememektedir.
1968’de DSM, suçun hukuksal sınıflandırmasından bağımsız olarak, antisosyal davranışları klinik bir yapı altında toplamıştır. 1980 yılında da davranım bozukluğu antisosyal davranıştan ayırt edilmiştir. Antisosyal davranışın kategorisi, DSM-III-R’den bu yana değişmemiş gibi görünmektedir. ICD sistemi benzer bir kategori içermemektedir. Bu, büyük ölçüde , sosyal ve antisosyal davranışların sınırlarının tanımlanmasında kültürler arası fark olmasından kaynaklanmaktadır. Sosyal ve antisosyal arasındaki ilişki anlaşılmaya çalışılırken , kültürün davranışı tanımladığı yollara her zaman dikkat edilmelidir. Davranım bozukluğu ve Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğunun tanı ölçütleri DSM-IV’te ve ICD-10’da farklı olarak ele alınmıştır. Tanı ölçütleri DSM-IV’te Davranım bozukluğu ve Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğu için ayrı tanı listeleri kullanmasına karşın ICD-10’da her iki bozukluk için ortak bir tanı listesi kullanılmaktadır.
Davranım bozukluğu olan gençlerdeki fonksiyon alanlarını inceleyen çalışmalardan elde edilen tutarlı bir bulgu düşük akademik başarıdır. Düşük okul başarısından hayal kırıklığına uğramış olan gençler antisosyal davranışlar gösterdiğinden ve yıkıcı davranışların varlığı da akademik başarıya olumsuz etki ettiğinden, bu bağlantı karşılıklı bir ilişkiyi yansıtıyor olabilir. Bir başka araştırma alanı düşük IQ ile anti sosyal davranış arasındaki ilişkidir.  Davranım bozukluğu ile zayıf sözel kabiliyet arasında ırk, sosyoekonomik durum ve akademik başarıyı kapsayan diğer etkenler kontrol edildikten sonra bile ilişki bulunmuştur. Nöropsikolojik testler ise antisosyal davranışları olan gençlerde frontal ve temporal loblarda fonksiyon yetersizliği olduğunu göstermiştir. Farklı düşünüldüğünde anlaşabilme konusunda yeti eksikliği vardır ve diğer gençlerle karşılaştırıldıklarında sosyal kavramada belirgin farklılıklar gösterirler. Genellikle diğer kişileri düşman olarak algılar, önemli sosyal ipuçlarını kaçırır, daha az sayıda alternatif yanıtlar üretir ve sosyal etkileşimlerde dürtüsel tepkiler gösterirler. Davranım bozukluğu için artan riskle bağlantılı son bir bireysel özellik de kronik fiziksel hastalık veya sakatlıktır. Sağlıklı çocuklarla karşılaştırıldığında , kronik hastalığı olanların davranım bozukluğu gösterme olasılığı 3 kat daha fazladır ve eğer hastalık santral sinir sistemini kapsıyorsa risk 5 kat artmaktadır. (Farrington ,1998)
Davranım bozukluğunu etkileyen en önemli faktörden biri sosyal faktörlerdir. Sosyal faktörler arasında üç tanesinin önemli yeri vardır. Bunlar; aile, akranlar ve yaşanılan çevredir.

Ailesel Faktörler: Kötüye kullanım, ihmal, cinsel kötüye kulanım gibi aile patolojileri , antisosyal çocukların ailelerinde yaygındır. Davranım Bozukluğun da aileyi rol model olarak alma sosyal öğrenme etkilidir.
Yapılan bazı klinik çalışmalar bağlanma problemlerini, antisosyal davranışın öncülleri olarak ortaya koymuştur. Anne-baba tarafından çocuğa gösterilen ilginin kalitesi, ebeveyn yokluğu, denetleme eksikliği, yetersiz bakım gibi özellikler; çocukta dürtüsellik, agresyon, itaatsizlik ve diğer antisosyal davranışların gelişmesiyle yakından ilişkilidir. Çocuğa karşı sert, tutarsız ve zorlayıcı tavırlar sergileyen anne-babaların çocukları, genellikle sosyalleşmemiş, agresif ve dürtüsel olmaktadır.
Ailenin çocuğun antisosyal gelişimine olan etkisi , sadece ebeveyn –çocuk ilişkileri ile sınırlı değildir. Boşanma, ayrı yaşama, mutsuz ve tutarsız evlilikler de ebeveyn –çocuk ilişkisi kadar kesin olmasa da çocuğun antisosyal gelişiminde pay sahibi olabilirler. Bu durumların çocuk üzerindeki etkisi puberteye doğru azalmaktadır. Bu dönemde bunun yerine , çocuğun sıkıntıları, kendi iç dünyasında olup bitenler ve akran ilişkilerinin niteliği daha çok önem kazanmaktadır.

Akran Faktörleri: Arkadaşlardan gelen olumsuz etkiler antisosyalite gelişim sürecinde özellikle de gelişimin geç dönemlerinde önem kazanmaktadır. Ancak bu etkinin tek başına ciddi antisosyal hareketlere neden olabilmesi çok da makul değildir. Ergenlerdeki akranlara uyma baskısı nedeniyle arkadaş ilişkilerinin etkisi, geç başlangıçlı antisosyal davranışlarda daha belirgin olabilir. antisosyal akranlar, davranış, kişilik ve sosyal beceriler açısından daha serseri görünümlü olan gençleri daha fazla kabullenirler.

Yaşanılan Çevre: Komşular ve çocuğun büyüdüğü ortam, antisosyal davranış gelişiminin temel risk faktörlerinden birini oluşturmaktadır. Komşular arasında işsizliğin yüksek, ebeveynlerin sosyal sınıfının düşük, suç oranının yüksek olduğu fakir şehirsel alanlar ve fakir okullar risk teşkil etmektedir. Bu bölgelerde sıklıkla şiddet oranları yüksektir ve bu durumun şiddete şahit olan çocuklardaki zarar verici etkileri bilinmektedir.
Bir başka neden erken okul yıllarında bile olsa etkisi olabilen okul başarısızlığı, çocuğun ileriki yıllarda antisosyal davranış geliştirme olasılığını artırmaktadır. Medyanın uyarılabilirliği artmış, kontrolsüz gençlerin ortaya çıkması ve şiddet içeren film ve çizgi filmlerin etkisi ile antisosyal davranış modeli oluşturduğuna dair yayınlar olmakla birlikte sonuçlar çelişkilidir.

Koruyucu Faktörler:
Normal ya da normalin üstü zekâ, kolay mizaç, başkaları ile ilişki kurma kolaylığı, okul ödevlerini yerine getirme alışkanlığı, okul dışında uyumlu olma, en az bir ebeveynle iyi bir ilişkiye sahip olma ya da başka bir önemli erişkinin çocuğun hayatında antisosyalliğe ve suça karşı koruyucu rol oynaması örnek verilebilir. Sosyal arkadaş çevresi, başarı deneyimi olan iyi bir okul, sorumluluk duygusu ve özdisiplin olması da koruyucu faktörler arasında yer alır. Suça karışmamış akranlar ve erken yetişkinlik döneminde iyi bir partner (sosyal yetenekleri, stabil kişiliği, iyi bir iş geçmişi ve iyi bir ebeveyn olma potansiyeli olan) seçimi, kişiyi gelecekte suç oluşturabilecek aktivitelerden uzak tutar.
Davranım bozukluğu olan çocuk ve ergenlerde, insanlara ve hayvanlara yönelik saldırgan davranışlar, güvenliği tehdit, hırsızlık ve kuralların ciddi biçimde ihlal edilmesi gibi davranış bozuklukları vardır. Davranım bozukluğunun tedavisi zorlayıcı bir süreci içerir ve çok yönlü bir terapi uygulanmasını gerektirir. Davranım bozukluğunun tedavisinde, çocuklarıyla birlikte anne-babaların davranışlarının şekillendirilmesi gerekmektedir. Çünkü anne-babaların tutumları, çocuğun antisosyal davranışlarının gelişmesinde temel rol oynamaktadır. Bu nedenle anne-baba eğitimi ve anne baba tutumlarının değiştirilmesi davranım bozukluğunun tedavisinde çok önemlidir. Bu süreçte aile üyelerinin davranışlarında ve tutumlarında değişikliğe gidilebilmesi adına aile terapisi faydalı olabilmektedir.  Anne Baba eğitim programları da etkili olan yöntemlerden biridir. Davranım bozukluğu olan risk faktörlerini azaltıcı yöntemler denenmeli ve etrafa zarar veren ve yıkıcı davranışlarda bulunan çocuklarda tedavi sürecinde multidisipliner şekilde çalışmak önemlidir. Bu nedenle risk faktörleri değerlendirilmeli bu risk faktörlerini azaltabilmek adına mümkünse çocuğun ailesinde ve sosyal çevresinde onun için önemli ve etkili olan anne baba arkadaş öğretmen gibi kişilerle iş birliği içinde çalışmak gerekmektedir. Ayrıca koruyucu faktörleri destekleyici şekilde bir tedavi yaklaşımı izlenmelidir. Bunların yanında çocuğun bireysel terapisi devam etmelidir. Bu süreç zor ve uzun bir sürecektir. Ancak karamsarlığa kapılmadan bu sürecin devamlılığı sağlanmalıdır. Çünkü davranım bozukluğuna müdahale edilmediğinde  ilerleyen yaşlarda  kişilik bozukluğu olarak karşımıza çıkma olasılığı yüksektir.

Uzm. Psikolog Reyhan Nuray Duman